Duyurular
TASAVVUFA KARŞI OLANLAR

TASAVVUFA KARŞI OLANLAR

Ebubekir Tanrıkulu
Diyanet İşleri Başkanlığı
Uzmanı

TASAVVUFA KARŞI OLANLAR
Elhamdulillâhi Rabbil âlemin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihi ecmeîn.
Aziz Kardeşlerim!
Peygamber Efendimiz(s.a.v):”Allah’ın kulları içinde öyle kimseler vardır ki, onlar nebi ve şehid değildirler. Fakat kıyamet gününde, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği lütuf ve makamlardan dolayı nebi ve şehitler onlara gıpta ederler. Bir Arabî:”Ya Resulallah, onlar kimlerdir. Haber verirmisiniz? Diye sorduklarında, Resulullah (s.a.v):”Onlar, aralarında herhangi bir neseb bağı ve maddi bağ bulunmadan Allah’ın muhabbeti ve rızası için birbirlerini sevenlerdir. Vallahi onların yüzü, o gün nur gibi parlamakta ve kendileri de nurdan minberler üzerinde oturmaktadırlar. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman onlar üzülmezler. Buyurdu. Ve sonra: ”Haberiniz olsun! Allah’ın velilerine asla bir korku ve hüzün yoktur.”ayetini okudu.”(Yunus Suresi,62-64.Abdurrezzak, el Musannef,11/201.İbn Hanbel, Müsned,5/343.Taberani, el-Mucemül Kebir,3/290,H.No:3433)
Ashab-ı Kiram! Peygamber Efendimize(s.a.v):”Ya Resulallah! Allah’ın velileri kimlerdir? Diye sorunca. Efendimiz(s.a.v):Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan kimselerdir.” Buyurdu.(Hâkim, Tirmizi, Hatmül Evliya sh.361)
“Kendilerine bakıldığında sana Allah’ı hatırlatan kimseler öyle kimselerdir ki, onların üzerinde Allah tarafından verilmiş zahiri bir görüntü vardır. Allah’ın Celal nuru, Kibriya heybeti, vakar ünsü onları kaplamıştır. Bu durumda onlara bakan kimse Allah’ı hatırlar. Çünkü onun üzerinde melekût âleminin eser ve nurları vardır. Bunlar velilerin sıfatıdır. Kalp, bu şeylerin madeni ve yerleştiği yerdir. Yüz, kalpte olanı, bir şekilde çekip dışa yansıtır. Kalpte Allah’ın marifet nuru ve ilahi emirlere itaat ziyası hâkim olunca, bu nur, yüze etki eder, dışa yansır. Sen böyle bir yüze bakınca, sana hayır ve takvayı hatırlatır. Bu da sende iyi hal ve ilme meyli artırır. Bunlar ise sıdk ve hakka sevkeder. Böylece sende istikamet oluşur. Kamil insanın yüzünde parlayan Allah’ın nuru Hak talibine Allah’ın Celal ve Cemal’inin azametini hatırlatır. Böyle bir nuru görmek insanı nâkıs ve rezil işlerden alıkor.”(Hâkim, Tirmizi, Münavi, Feyzül Kadir,3/467-468)
Ashab-ı Kiramdan birisi Efendimize(s.a.v):”Müminlerin en hayırlısı kimdir? Diye sorunca, Efendimiz(s.a.v)de:”Kalbi mahmum her mümin ”diye cevap verdi. Bizde kalbi mahmum ne demektir? Dedik. Efendimiz(s.a.v)de: ”Takva sahibi, tertemiz, içinde günah, zulüm, kin ve hased bulunmayan kalptir. Buyurdu.(Hâkim, Tirmizi, Hatmül Evliya,366)
Ebu Hureyre (r.a)ın rivayetinde, Peygamber Efendimiz(s.a.v) Hadisi Kutside:”Herkim Benim veli kullarımdan birisine düşmanlık ederse, Ben ona harp açarım. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle Bana yaklaşmamıştır. Kulum Bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda Ben onu severim. Bir kere onu sevdimmi, Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer Benden bir şey isterse onu verir, Bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar, hiç tereddüde düşmedim. O ölümü sevmez, Bende onun sevmediği şeyi sevmem.”(Buhari, Rikak,38.İbn Hanbel, Müsned,4/256.İbn Mace, Fiten,16)
Bu kudsi hadiste geçen veliyullah tabiri, Allah’ı bilen, ibadetlerine eksiksiz muntazam ve ihlâsla devam eden kimse kastedilmiştir.
Veliyyullah, takva ve taatle Allah’u Zülcelalin dostluğuna talip olduğu için, Allah’da onu muhafaza ve ona yardımını garanti ederek dostluğa kabul eder. Allah’u Zülcelalin sünnetine göre, Allah’ın düşmanının düşmanı dost, düşmanın dostu da düşmandır. Öyleyse, Veliyyullahın düşmanı Allah’ın da düşmanıdır. Bu durumda Veliyyullaha düşmanlık eden ona harp açmış gibi olur. Ona harp açanda sanki Allah’a harp açmış gibi olur.
“Allah (c.c) iman edenlerin velisidir.“ (Âl-i İmrân Suresi,68).
Veliler Hakk’ın koruması ve emânı altındadır. Onların dostluğu Hakk’ın dostluğudur. Onlara düşmanlık ise Hakk’a düşmanlıktır. Kudsi hadiste şöyle buyurulur;“Kim bir veli kuluma ikramda bulunursa bana ikram etmiş olur ve kim bir veli kulam eziyet etmiş ise bana eziyet etmiş olur.”
“Veli kuluma ihânet eden benimle savaşa tutuşmuş olur.“ (Ebû Nuaym, Hilye 8/318; Ayrıca Bkz. Buhârî, Rikâk h.no. 6021; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr 7/250.)
“Ey müminler bazınız bazınıza gıybet etmesin. Kardeşinin ardınca kötü söz söylemesin. Sizden biriniz kardeşinin ölü etini yemeyi sever mi? Şayet kardeşinizin ölü eti size sunulsa siz bunu elbette kötü görürsünüz.“ (Hucurât Suresi,12).
Hakk’ın çocukları hükmünde olan velilere taan ve gıybet edenler ve böylece onların etlerini yiyenlerden Yüce Allah intikam alır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur;“Âlimlerin eti zehirlidir.” Velilere gıybet edenler ve böylece onların etlerini yiyenler zehir yemiştir. Hak Teâlânın azap ve düşmanlığına düçar olmuşlardır.
Tasavvufa düşman olanlar iki kısımdır:
1- Tasavvufun büyüklüğünü bildiklerinden dolayı haset, adavet (düşmanlık) ve kin duyan kimselerdir. Bunlar İslam’ın ve Müslümanların içine nifak sokmak isteyenlerdir.
2- Kendileri günahın içine daldıklarından dolayı ve cehaletten kurtulmak gibi bir çaba göstermeyip, gözü kapalı olarak itiraz edenlerdir. Bunlar Müslüman kimseler ve cemaatlerdir.
Tasavvufa düşman olup kin besleyenler, yıkma uğraşı verenler, karalamak çabasında olanlar, yani yukarıdaki birinci gruba girenler, aynı zamanda İslam’ın da düşmanı olanlar, yani kâfirlerdir. İslami cemaatlerin arasına husumet sokmak için, bazı fikirler, hile ve oyunlar ortaya koymuşlardır. Müslümanları bu şekilde doğru yoldan ayırmaya çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Tasavvufun, İslam’ın ruhu ve kalbi olduğunu bildikleri için tasavvufun üzerine giderek, tasavvufun; Yahudilerin, Hristiyanların fikirleri olduğunu iddia edip, tasavvuf ehlini küfürle itham etmektedirler.
Bunların yapmış oldukları faaliyetler bizi hiç üzmemektedir. Çünkü düşmanın habis olduğunu ve tehlikeli fikirlerini bilmekteyiz. Bizim üzüldüğümüz esas nokta, İslâmî grupların bunların oyununa gelerek, onların saflarına geçip Müslümanları ve tasavvufu kötülemeleri ve bu yaptıklarının adına da tebliğ demeleridir. Bu insanların, tasavvufa düşmanlık eden kişilerin fikirlerini alarak tasavvufu ve tasavvuf ehlini suçlamaları ve iftira atmalarını hiçbir mantık kabul etmez. Tasavvuf ve tasavvuf ehline düşmanlık edenler, güya İslam’ı yanlış şeylerden muhafaza etmek amacındadırlar. Onlara göre tasavvuf, İslam’ın dışında olan bir şeydir. Tasavvuf ehli de kâfirdir. Mademki siz İslam’ı bu kadar muhafaza etmeyi istiyorsunuz, ona bu derece sadıksanız, niçin İslam’ın davetine kulak verip Müslümanlıkla şereflenmiyorsunuz?
Tasavvufun diğer düşmanları da, tasavvufun hakikatini ve özünü bilmediklerinden, tasavvufa yüzeysel olarak baktıklarından dolayı işin hakikatini anlayamamakta ve karşı çıkmaktadırlar. Bunlara söyleyeceğimiz odur ki, hakkı bilip hakkın yolundan gidenlerle beraber olunuz. Durrü’l-Muhtar adlı eserde şöyle nakledilmiştir: “Ebu Ali ed-Dekkak bu tarikati Ebu’1-Kasım Nesrabazi’den, o Şibli’den, o Sırrı-i Sakati’den, o Maruf-u Kerhi’den, o Davut et-Tai’den, o da ilmi ve tarikatın her ikiside İmam-ı Azam Ebu Hanife’den almıştır. Böyle olduğu halde sadatı kiramlara iktida etmek güzel birşey ve dahi gerekli değil midir?” (İbn Abidin:I/70-71)
İmam Malik şöyle buyurmuştur: “Kim ilim okur da tasavvuf ehli olmazsa fasık, kimi de tasavvuf ehli olupta ilim okumazsa zındık olur. Kim ikisinin arasında, yani âlim hem de mutasavvıf olursa hakikat sahibi olur.” (Keşfu’1-Hafa: I/341)
İmam Şafii şöyle buyurmuştur: “Sofilerle beraber oldum ve şu üç konuda istifade ettim:
1- Vakit bir kılıçtır; eğer sen onu kesmezsen o seni keser.
2- Sen nefsini hayırla meşgul etmezsen, o seni batıl şeylerle meşgul eder.
3- Kendi nefsini görmemendir. (Kişi bu şekilde hatadan muhafaza olur.)
Ve dünyada üç şeyi sevdim. Bunlardan biri, tasavvuf ehli-nin tarikatına tabi olmaktır.”
İmam Ahmed b. Hanbel önceleri tasavvufa karşı olmasına rağmen, Ebu Hamza Bağdadi ile tanıştıktan sonra oğluna şöyle vasiyet etmiştir: “Ey oğlum! Onlarla otur kalk ve sakın onlardan ayrılma. Onlar ilim, murakabe, Allah korkusu ve züht bakımından bizden çok öndedirler.”(Tenvirü’l Kulüb:405)
Muhammed Seferayani, İbrahim b. Abdullah’tan şöyle nakletmiştir: “Tasavvuf ehlinden daha efdal insanların bulunduğunu bilmiyorum, diye İmam Ahmed’in buyurduğunu duydum. Dedik ki; onlar kaside dinleyip aşka ve şevke geliyorlar. Şöyle buyurdular: Onları bırakın Allah’la bir saat ferahlanıyorlar.” (Tezkiretü’l-Evliya,288)
Hülasa olarak, tasavvufa ve tasavvuf ehline bilerek veya bilmeyerek düşman olanlara, hoşgörü ve şefkat ile bir kez daha sesleniyor ve onları doğru yola davet ediyoruz. Delilleri ile ortaya koyduğumuz ve hepsi de tasavvuf ehli olan bu mezhep imamlarına uyduğunuzu iddia ediyorsanız, gelin tasavvuf deryasına siz de dâhil olun.
Yok, eğer tüm bunlara rağmen hala itiraz ediyor ve kabullenemiyorsanız, sizin hükmünüz bu insanların karşısında “elif-ba” okuyan talebenin, ilim sahibi olduğunu iddia etmesi gibidir.
BAZI İLMİYE SINIFININ TARİKATLARA İTİRAZ ETMESİ; AVAM TABAKASININ İSE TESLİM OLMASININ SEBEB VE HİKMETLERİ
İlim ehli arasında ilm-i ledüne ve tarikatlara farklı sebepler öne sürerek karşı çıkanların varlığı bir gerçektir. Ancak ilim ehlinin tasavvuf ve tarikatlara bütünüyle soğuk baktığını söylemek de yanlış olur.
Zira Mezhep ve Hadis imamlarından, İslam âlimlerinden, devlet adamlarından, ilim ve irfan ehlinden sayılamayacak kadar tarikat mensubu olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.
Karşı çıkanlar:
1-Bir gurup tasavvufun ihtiva ve telkin ettiği hususları kabul etmekte, tasavvuf guruplarında kendilerince gördükleri bir takım hatalar ile varlık ve âlem konusundaki vahdet-i vücud ve vahdet-i şühud gibi farklı düşünceler sebebiyle karşı çıkmakta ve bazı gurup ya da kişiler de gördükleri eksik ve hataları genellemektedirler.
2-Diğer bir gurup ise, ilmin insana verdiği güven, kendini beğenme ve kıskançlık duygusu ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkmaktadırlar. Benim bu kadar ilmim, şu kadar eserim var da, halk niçin benim değilde falan şeyh efendinin etrafında toplanıyor, diye düşünmektedirler. Bunlar, insanların mürşidi kâmillere teveccühünü anlayamamakta, kendi ilimlerine ve eserlerine yeterince ilgi duyulmadığını düşünerek tepki göstermektedirler.
Aslında olaylara bakışta öncelikler son derece önemlidir. Meseleye kalbi hayat önceliği açısından bakanlar, tasavvufun ruhi bir derinlik gerektirdiğini fark ederek, öğrenmekle, yaşamak ve haz almanın başka başka şeyler olduğunun farkına varmaktadır.
Tasavvuf ve tarikatlar konusunda yanlış yargıların oluşmasında iki tarafında hatası vardır.
Ancak sufiler yollarında bulunabilecek eksik ve kusurları tashihe gayret göstermeli, ilim erbabı da bir takım tarikat mensuplarında gördükleri eksik ve yanlışları genelleştirme alışkanlığından vazgeçmeli, birbirlerini muhalif ve muarız olarak görmemelidir.
Halktan kişiler; tarikatları kabul edip bir tarike intisap etmekte herhangi bir ön yargısı olmadığı için daha kolay teslim olmakta ve daha çabuk tövbeye yönelmektedirler.
İlim ehli ve din hizmetlileri ise; nasıl olsa biz bir dini hayatın içindeyiz, üstelik bu işin ilmini tahsil ettik, okuduk ve okutuyoruz, düşüncesiyle hareket ederek böyle bir bağın lüzumunu kabul etmemektedirler.
Tek kanatla uçan bir kuş, tek ayakla yürüyen bir canlı olmadığına göre, Müslümanların, ister halktan, ister ilim ehlinden olsun, Dünya okyanusunda boğulmamak, nefis ve şeytanın tuzağından kurtulmak için İslam gemisine binmek, bu geminin kurallarına uymak zorundadır. Aksi takdirde selametle limana ulaşmak, ahiret saadetini elde etmek mümkün olmaz. Hâlbuki Rabıta; Allah’a(c.c),Onun Resulüne ve Cenab-ı Hakkın veli kullarına duyulan muhabbetten, Allah’ın(c.c)ve Peygamberinin(s.a.v) emir ve yasaklarını insanlara hatırlatmaktan ibarettir.

MEZHEP İMAMLARININ TASAVVUFLA İLİŞKİSİ

Tasavvufu bir züht, manevi bir ilim, rabbanilik ve ihsan manasına aldığımız zaman dört mezhep imamını bunun dışında tutamayız. Gerek mezhep imamlarımız, gerekse hadis ülaması hep belli bir zühdi hayatın içindedirler. Dünya tamahı, şöhret ve şehvet onların süratle kaçıp uzaklaşmaya çalıştığı hususlardır. Bundan dolayı da çoğu canlarını feda etmiş şehit olmuşlardır. İmam-ı Azamın kadılığı kabul etmeyişi, siyasete alet olmaması, zulme rıza göstermemesi, ticari hayatta helal kazanç tutkusu, İmam-ı Malik’in, Hz. Peygamber Sevgisi, İmam-ı Şafi’nin zahit ve sufilere karşı takdirkâr ifadeleri, İmam-ı Ahmet’in Kitabu-z Zühd yazacak kadar zahitlik tutkusu hep bu özelliklerinden dolayıdır. Nitekim İmam-ı Gazali, ihyau-ulumiddin adlı eserinin başında ilmin faziletini anlatırken bu büyük imamların züht ve takva hayatlarına da temas etmektedir. Ancak tasavvufu tarikat ve şeyhe intisap ile seyrü süluk manasında düşündüğümüz zaman dört imamın devrinde henüz bu manada bir sistem gelişmemişti.
İmam- Azamın Cafer-i Sadık hazretlerine intisabı ve kendisinin ”son iki yılım olmasaydı Numan helak olmuştu ”ifadeleri. İmam-ı Şafi ve İmam-ı Ahmet bin Hanbel’in, Şeybani Rai’ye intisapları bize gösteriyor ki, bu büyük insanlar tek kanatla uçmamışlar, hem dünyalarını hem de ahiretlerini kurtaracak bir iman, ahlaki bir hayat içerisinde olmuşlardır.

VELİLERE HÜRMET, VELİLERLE BERABER OLMANIN FAZİLETİ

Bir kimse Salih, muttaki kimselerle beraber olur onların güzel ahlakını kendisine örnek alırsa şu faydaları görür.
1-Cenab-ı Hak, o kimseden razı olur.
2-Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur,
3-O kimsenin bizzat kendisi, çoluk çocuğu, akrabaları ve komşuları muhafaza olunur.
4-Cenab-ı Hak o kimseyi, kendisine itaat etmesi hususunda muvaffak kılar.
5-Salih evlat sebebiyle ana babaları ve akrabaları kabirlerinde sevindirilir. Çünkü hayatta olanların amelleri, kabirde bulunan akrabalarına arz edilir.
6-Kıyamet Salih kimseler üzerine kopmaz. Cenab-ı Hak onlara kabirde ve sıratta yardım eder. Kabirleri cennet bahçesi olur, kabir fitnesinden ve azabından korunmuş olurlar. Dünyada işledikleri Salih amelleri onları kabirde müdafaa eder.
7-Salih kimseler dünyada Allah’ı tanımak, ahrette ise Cenab-ı Hakk’ın cemalini görmekle mükâfatlandırılır.
8-Salih kimselere benzemek, onların yaptıklarını yapmak kişiye dünya ve ahirette şeref kazandırır.
9-Salihlere benzeyen kimse, cennette onlarla beraber olur.
10-Salih kimselerin üzerinde bulunduğu, ikamet ettiği, oturup dolaştığı yerler onlarla iftihar eder, onlar vefat ettiği zaman bu yerler çok üzülür.
11-Cenab-ı Hak Salih kimselere dünyada iyi işler yapmayı, ahirette ise cennet ve cemalullahı nasip eder.
12-Cenab-ı Hak Salih kimselerin sevgisini insanların kalbine koyar.
13-Salih kimselerin velilerin duası kabul olur.(İslam Ansiklobedisi, c.16 sh.151)
Gerçek Müslüman Salih kimselerin yolundan gitmeli, onlara benzemeye çalışmalıdır. Onlara dil uzatılmamalı, gıybet ve düşmanlık etmemeli, onları sevmeli, kişi sevdiği ile beraberdir hadisini unutmamalıdır.
Ashab-ı Kehf’in köpeği Kıtmir, o Salih gençlerle olduğu için Allah’u Zülcelâl Kur’an-ı Kerimde cennetle müjdelemiştir.(Beyhaki, Malik b.Dinar(r.a))
Gerek Allah’ın veli kulları, gerekse ilmi ile amil âlim, muttaki fazilet sahibi kimselerin duasını almak, elini öpmek, saygı duymak, onları gördüğümüzde ayağa kalkmak, yer vermek, selam vermek İslam adabındandır.
Evliyaya dil uzatmak.
Sual: İbni Arabi hazretlerine dil uzatılıyor. Evliyaya dil uzatmak caiz midir?
CEVAP: İmam-ı Rabbani hazretleri, Mektubat’da buyuruyor ki:(Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddin-i Arabinin, birçok sözlerinin ehl-i sünnete uymaması, şaşılacak şeydir. Hataları keşfinde, kalbde doğan bilgilerde olduğu için, ictihaddaki hatalar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnete uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim.
Onun hakkında konuşanlardan bir kısmı haddi aşıyor, bir kısmı büsbütün mahrum kalıyor. Evliyanın büyüklerinden olan M.Arabi hazretleri, keşflerindeki hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun vahdet-i vücud bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu gösterdim.) [m.266]
(Kıyas ve ictihad, dinin 4 temelinden biridir. Evliyanın ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir. Tasavvufçuların, ehl-i sünnete uygun olmayan sözlerine uyulmaz. Fakat, onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şuursuz sözlerinden saymalıdır!) [m.272]
(Şeyh-i ekberi [yani İbni Arabiyi] caiz olmayan bazı bilgileri ile, yine makbuller arasında görüyorum. Evliya arasında bulunuyor. Onu reddeden, beğenmeyen tehlikededir.) [c.3, m.77]
İmam-ı Süyuti hazretleri Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi hazretlerinin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
Ebüssüud efendi hazretleri de ona dil uzatılamayacağına dair fetva vermiştir.
Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadika)
Evliya ile eşkıya kıyas edilmez
Sual: İbni Teymiyeciler, “Felsefecilerin nasslarla çatışan akli delilleri onları tekfirden kurtarmadığı halde, tasavvuf ehlinin nasslarla çatışan keşifleri onları nasıl küfürden kurtarabiliyor” diyerek İbni Arabi hazretleri gibi bazı evliyayı tekfire yelteniyorlar. Bu mukayese doğru olur mu?
CEVAP: Doğru olmaz. Mukayesenin doğru olması için müşterek benzerliklerin olması lazımdır. Dost ile düşman, mukayese edilmez. Mesela, Allah’u Teâlâ kâfirler için ölü buyuruyor. Kâfir ile mümin yani ölü ile diri mukayese edilir mi? Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:(Kâfirler, sağır, dilsiz, kör oldukları için doğru yola gelmezler.) [Bakara Suresi, 18]
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz.) [Fatır Suresi, 19]
Yunan felsefecileri kâfirdir, tasavvuf ehli ise Allah’u Teâlâ’nın dostu, evliyasıdır. Evliya ile kâfir hiç mukayese edilir mi? Firavun da, “Ben tanrıyım” dedi, Hallac-ı Mansur hazretleri de. Biri kâfirdi biri müslüman. Müslümanınkini tevil etmek gerekir. Namaz kılan ve dinin her emrini yerine getiren bir müslüman bir şey söylemişse, bunun tevilini aramak gerekir.
Yunan felsefecileri, (Kâinat, Allah gibi, ezeli ve ebedidir, Allah cüzi olan şeyleri bilmez, cismani, bedeni bir haşr yoktur) gibi birçok düşünceleri yüzünden kâfir oluyorlar. İslam filozofu denilen kimseler de, böyle düşünüyorsa, onlar da aynı hükme girer. İmam-ı Gazali hazretleri, böyle düşünen din adamlarının da aynı hükme girdiğini (El münkız), (Tehafüt) ve (İlcam)da bildiriyor. Kâinatı ezeli ve ebedi bilen felsefecilerin küfre düştüklerini bildirdikleri için imam-ı Gazali ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Resulullahın vârisleri olan büyük âlimlere felsefeciler tarafından dil uzatılıyor. İbni Rüşd, felsefecileri savunmak için imam-ı Gazali hazretlerini tenkit eden bir kitap bile yazmıştır. Felsefeci ve İbni Teymiyeci bir genç, (El-Gazzalinin uydurma hadisler üzerine bina ettiği bütün hükümler sapıklıktır, bu bakımdan onun eserlerini okuyan sapıtır) demişti.
İmam-ı Gazali hazretlerini sevmeyenlerin daha çok felsefeciler ile İbni Teymiyeciler olduğu görülmektedir. Ne maksatla olursa olsun, o büyük zatı kötülemek asla caiz değildir. Çünkü büyük âlim İbni Hacer-i Mekki hazretleri, (İmam-ı Gazalinin yazılarında kusur bulan, ya hasetçidir veya zındıktır) buyuruyor. (El- i’lam bi-kavâti’il-islam)
İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: İmam-ı Gazali, zamanının hüccet-ül-İslamı ve âlimlerin en üstünü idi. Ona dil uzatan kimse, cahillerin en cahili, fâsıkların en kötüsüdür. (El-Ukud-üd-dürriyye)
Kâtip Çelebi de diyor ki: Bütün din kitapları yok olsa, İmam-ı Gazalinin kitapları, bu boşluğu doldurabilir, hatta onun İhya kitabı bile kâfi gelir.
Seyyid Abdülhakim efendi hazretleri de, (İmam-ı Gazali’nin İhya kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, Müslüman olmakla şereflenir) buyuruyor.
Tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ahlak ve tıb hakkında üç yüzden fazla eseri olan İmam-ı Süyuti hazretleri Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi’nin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir. Cinlere de fetva veren Ebüssüud efendi İbni Arabiye dil uzatılamaz diye fetva vermiştir. Fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvufta çok derin âlim olan Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini bildirmektedir. (Hadika)
Tefsir, fıkıh, tasavvuf, tarih, nahv ve tıb üzerinde çok kitap yazan, ârifibillah ve kutb-i zaman olan imam-ı Şarani hazretleri buyurur ki: İbni Teymiye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya dil uzatır. Böyle kitapları okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır. İbni Teymiye ve onun yolunda giden sapıklar, İbni Arabi hazretlerine kâfir demişlerse de, âlimler, arifler onun büyük bir veli olduğunu bildirmiştir. (Kibrit-i Ahmer, El-yevakit, Tabakat)
Evliya düşmanlığı
Sual: Son günlerde Basında yayında TV. Ekranlarında bazı kendini bilmez nadanlar Birtakım dall ve mudil (sapmış ve saptıran) reformcu ilahiyatçılar ve başkaları tasavvufa, tarihteki hak tarikatlara saldırıyor, mezhep, tasavvuf, keramet, şefaat inkâr ediliyor,ashaba,Allah dostu velilere alimlere dil uzatıyor, alay ediyor hakaret ediyor. Osmanlıların İslamiyet’i iyi anlayamadığı, bu yüzden Osmanlıyı Müslümanların yıktığı bildiriliyor. Evliyaurrahman olan Hz. Abdülkadir Geylani, Hz. Seyyid Ahmet er-Rufaî, Şah Muhammed Bahaeddin Nakşibendi, Mevlana Celalüddin Rumî, İmamı Rabbanî ve benzeri velilere dil uzatıyor, onları tahkir ediyor, hattâ şirkle suçlayacak kadar ileri gidiyor. Bu durum gerçekten esef vericidir. Ne günlere kaldık!.. Evliyaurrahman, Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin dostları, vârisleri, halifeleri, takipçileridir. Onlar Müslümanların velinimetleridir. Onlar Kur’an’ı, Sünneti en iyi anlamış, İslam’ı en iyi yaşamış mü’minlerdir. Onlar Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeden kıl kadar ayrılmamışlardır. Onlar dünyayı ayaklarının altına almış zahit kişilerdir. Onlar gerçek âbidlerdir. Onlar ihlas, takva, mürüvvet, fütüvvet, hizmet ve himmet erbabıdır. Onlar maneviyat aleminin sultanlarıdır. Onlar ordulardan daha fazla fütuhat yapmıştır.
Her mü ‘minin onlara teşekkür ve minnet borcu vardır. Onlar hidayet ve irşad meş’aleleridir. Onlara uyan aziz, onları zem ve tahkir eden zelil olur. Şu Anadolumuza bakalım: Şehirlerimizde mânevî valiler vardır. Konya’da Mevlana, Ankara’da Hacı Bayram Veli, Kastamonu’da Şabanı Veli, Bursa’da Emir Sultan, Karsta Hasan Hara kani… ve daha niceleri… Dünya valileri gelir gider… Maneviyat valilerinin hizmetleri, himmetleri, bereketleri, yümnleri devam eder. Şeriatsız İslam olmaz… Şeriatsız elbette tasavvuf, tarikat ve evliya olmaz… Dinimizi ayakta tutmak istiyorsak Şeriata ve Tarikata sarılmamız gerekir. Birtakım sahtekârlardan yılıp, gerçek tarikatı, gerçek tasavvufu, gerçek meşayihi, gerçek evliyayı inkâr etmek cinnet ve intihar olur. Evliyaurrahman hazeratı insanları hidayete, ebedî mutluluğa, Muhammedî yola götürür. Onları seven, onlar gibi olmaya çalışan, onların öğütlerini dinleyenler Mevlalarını bulur, onları tahkir eden nasipsizler belalarını bulur.
CEVAP: Bu nadan kendini bilmez kişiler bu milletin düşmanlarının oyununa gelip onların burada taşeronluğunu yapan, birliğimizi, kardeşliğimizi yıkmaya inancımızda şüpheye düşürmeye çalışan çoğu masonların Siyonistlerin, Haçlıların ve yabancı istihbarat servislerinin güdümünde hareket eden gafil ve hain kişilerdir.
1- Osmanlıyı yıkan ittihatçılardır. Bir savaşta Müslümanlar yenilse, kâfirler camileri yıksa, Müslümanlar camileri yıktı denir mi? Osmanlılar, yıkılışa mani olamamışlardır. Onların ihmalleri varsa da, yıkan onlar değildir. Kusurlu olanı bizzat fail gibi göstermek doğru değildir. (Osmanlılar İslamiyet’i bilmiyordu) demesi de çok çirkindir. Osmanlı İslamiyet’i bilmiyorsa, o yazar nereden biliyor? Ceddini inkâr eden haramzadedir.
2- Şevahid-ün-nübüvve kitabında, (Evliyanın kerameti, Peygamberlerin mucizelerinin devamıdır. Bunun için evliyadan hâsıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir) buyuruluyor.
Abdülgani Nablüsi hazretleri, Hadika’da (Evliyayı inkâr etmek, dinin herhangi bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Allah’u Teâlâ, Peygamberlerini ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları bu zatlara ihsan etmiştir. Maruf-i Kerhi hazretleri, talebelerine, “Dua ederken beni vasıta edin! Çünkü evliya, Resulullahın vârisidir. Vâris olan, vârisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur) buyuruyor. Fakat nasipsiz yazarın, (Evliya, havada uçsa, denizde yürüse ne yazar? Sanat ve kültürü yoksa ne kıymeti vardır?) demesi çok tuhaftır. Evliya havada uçabiliyorsa, elbette Allah onu çok seviyor demektir. Elbette onun kültürü var demektir. İlimsiz, cahil kimseden evliya olur mu? Evliya, Allah dostu demektir. Allah dostunu ancak kendini beğenmiş ahmaklar, basite indirebilir.
3- Yazar, (Evliya emrettiği için ben yaptım demek çok yanlıştır. Yapılan şey Kur’an’a, sünnete uygun olmalıdır) diyor. Yani, (Evliya, Kur’an’a, sünnete aykırı emir verir) diyor. Evliyanın sözünü, Kur’an’a aykırı değilse yapacakmışız. Evliya o sözün Kur’an’a aykırı olduğunu bilmiyorsa, sen nereden bileceksin ey ahmak? Evliya, gerçekten evliya ise, elbette Kur’an-ı kerime, sünnet-i seniyyeye aykırı konuşmaz. Ahmak, evliya ile evliya taslaklarını aynı zannediyor.
4- Nasipsiz yazar, (Allah izin vermeden hiç kimse, hiç kimseye şefaat edemez) âyet-i kerimesini delil göstererek, Peygamberlerin, âlimlerin, evliyanın, şehitlerin şefaatlerini inkâr ediyor. Elbette ancak Allah’ın izni ile şefaat edileceğini bütün İslam âlimleri bildiriyor. Elbette Onun izni olmadan sinek kanadını oynatamaz. Şefaat de Onun izniyle olacaktır. Şefaati inkâr eden ehl-i sünnet olamaz.
5- Allah’u Teâlâ, (Bana yaklaşmak için, vesile arayınız!) buyuruyor. (Maide Suresi, 35)
Fakat nasipsiz yazar, (Mürid, vesileyi, aracıyı bırakıp doğrudan doğruya Allah’a bağlanmalı) diyor. Allah’u Teâlâ’nın emrine mi, yoksa nasipsiz yazarın sözüne mi uyalım?
Yazar, (Hazret-i İsa’yı, Hazret-i Ali’yi çok sevip küfre düşüldüğü gibi, Peygamberi, mürşidi çok sevip aynı akıbete maruz kalmamalı) diyor. Hâlbuki imanın temeli, Allah’ı, Peygamberi ve Allah dostlarını çok sevmek ve Allah düşmanlarını sevmemektir. Müslümanın, Resulullahı çok sevmesi gerekir. Çünkü Buhari’deki hadis-i şerifte, (Beni ana-babasından, evladından ve herkesten daha çok sevmeyen, mümin olamaz) buyuruldu. Hristiyanlar gibi, bir insana ilah demek onu sevmek midir? Bir kimse, hâşâ Peygamber efendimize ilah dese sevmiş mi olur?
(Bir evliya yerine, doğruca Resulullaha rabıta etmek gerekmez mi?) diyen ahmaklara da rastlanmaktadır. Resulullahın mübarek ruhuna bağlanmak elbette büyük nimettir. Fakat bir veliyi veya kitaplarını bulup, buna rabıta yapmak, Resulullahın mübarek ruhuna bağlanmak içindir. Bir insan, hiç görmediği kimsenin şeklini yalnız işitmekle, onu tanımış olmaz. Bunun için, Resulullaha rabıta yapılmaz. Çünkü başkasının Resulullah olduğuna inanmak küfür olur. Evliyayı düşünmekte, bu tehlike yoktur. Bir veliyi düşünen, onun mübarek kalbinde Resulullahın mübarek kalbini görür. Böylece, Resulullahı yâd etmiş olur. (Evliya bir gözlük gibidir, Resulullaha bu gözlük ile bakılır) buyurulmaktadır.
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: (Her müslüman, terbiye edici bir üstada muhtaçtır. Üstad onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Allah’u Teâlâ, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber gönderdi. Peygamberden sonra ona vekil olarak evliyayı yarattı.) [Eyyühel-veled]
Veli, Resulullahı iyi tanıdığı için, Onun mübarek kalbinden feyz alır ve bu feyzler, bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalblerine akar. Feyz gelen kalb temizlenir. Ahlakı güzel olur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Velinin kalbindeki feyzler, nurlar, güneşin ziyası gibi yayılır. Onu seven Müslümanların kalplerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri olmaz. Kalblerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaştığı gibi, kemale gelirler. Eshab-ı kiram, Resulullahın sohbetinde, böyle kemale geldi.) [M.260]
Menkıbe anlatmak.
Sual: Hep çarpık konuşan biri, (Ey Müslümanlar, size çarpıklıkları anlatıyorum. Hazret-i Ömer(r.a)’in, İmam-ı A’zamın(k.s) menkıbelerini, Abdülkadir-i Geylanî(k.s)’nin veya başka evliya zatların kerametlerini anlatacak zaman değildir) diyor. Kendi sözünde çarpıklık yok mu?
CEVAP: Elbette, esas çarpıklık kendisindedir. O büyük zatların menkıbeleri ilimdir, ibretli, hikmetli olaylardır. Hz.Ömer(r.a)’in hayatını anlatmak, İslamiyet’i anlatmak demektir! İmam-ı A’zamın (k.s)menkıbeleri, genelde ateistlere verilen ilmî ve mantıkî cevaplardır. Allah’u Teâlâ’nın varlığını ispat eden çok kıymetli, aklî delillerdir. Evliya menkıbelerini okumak da çok faydalıdır. İnsanın haramlardan kaçarak daha iyi ibadet etmesine yardımcı olur. Seyyid Abdülhakim Arvasî(k.s) hazretleri, (Evliya menkıbelerini anlatan Reşehat kitabını okumak, insanın ihlâsını artırır) buyurmuştur. Bunun için İslâm âlimleri, evliya menkıbelerini bildiren birçok kitap yazmıştır. Lüzumsuz olsaydı yazmazlardı. Bunlardan birkaçının isimleri şöyledir:(Hayrat-ül-hisan fi-menakıb-in-Nu’man.Es-sahife fi menakıb-i Ebi Hanife.Kalaid-ül-ukban fi-menakıb-in Numan.Ukud-ül-Mercan fi-menakıb-ı Ebi Hanifet-in-Numan.Menakıb-ül-İmam-il-azam.Menakıb-i Abdülkadir.Menkıbe-i Evliyaiyye fi-ahval-i Ridaiyye.Nefehat-ül-Üns.Kitab-ı Keşf-ül Mahcub.Tezkiret-ül Evliya.Şevahid-ün-nübüvve.Hilye-tül-Evliya.Reşehat ayn-el hayat.Cami’u keramat-il-Evliya.Hadika-tül-Evliya.Berakat – Zübde-tül-makamat.Menakıb-ı çihar yar-i güzin)
Dünyaya sitem.
Sual: İbni Arabî, Mevlâna gibi evliya zatlara saldıran bir Selefî, son olarak Dürr-ül mearif kitabındaki, (İmam-ı Kuşeyrî rahmetüllahi aleyh, bir gün istinca için taş arıyordu. Bu sırada eline bir yakut geldi. Onu yere atıp, “Ben istinca için taş arıyorum. Sen bana yakut veriyorsun. Yakutun senin olsun, bana lazım değildir” dedi) ifadesinden dolayı İmam-ı Kuşeyrî’ye de saldırmaktadır. Burada İmam-ı Kuşeyrî, bu sözü dünya için mi söylemiş, yoksa hâşâ Allah için mi söylemiştir?
CEVAP: Elbette dünya için söylemiştir. Zaten hemen altında açıklaması vardır. İmam-ı Kuşeyrî, imamlık derecesine yükselmiştir. İmam, müçtehit, dinde söz sahibi, âlim zat demektir. Sıradan bir Müslüman bile hâşâ Allah’u Teâlâ’ya öyle bir şey söyler mi hiç? Dünya malını istemediğini bildirmiştir. Kendimize uygun görmediğimiz bir sözü büyük zatlara nasıl uygun görürüz ki? Evliya zatlar zahid kimselerdir. Zahid, dünyaya rağbet etmez, özenmez, hiç önem vermez. Yakut gibi dünya malını fırlatıp atar.
Selefîler, mecazı bilmedikleri için (Allah’ın eli var, Allah oturur) diyerek Onu mahlûka benzeterek küfre girerler. Mesela Türkçede, (Kahpe felek, kimine kavun yedirir, kimine kelek) diye bir söz vardır. Buradaki felek dünya demektir. Mecaz olarak söylenir. Hâşâ kaderle, Allah ile ilgisi yoktur. İmam-ı Kuşeyrî hazretleri de, (Dünya, üstüme gelme! Her şeyin senin olsun) diyor. Bir hadis-i şerif şöyledir:(Dünya [dünya malı] bana yaklaşmak istedi. “Benden uzaklaş” dedim. Giderken, “Sen benden kurtuldun ama senden sonrakiler benden kurtulamaz” dedi.) [Bezzar]
Âlimlere ve onların kitaplarına dil uzatmaktan ve Selefîlerin yuvarlandıkları küfür çukuruna düşmekten çok sakınmalıdır.
Dalkavukluk
Sual: Vefat etmiş evliya zatların iyiliklerini anlatan bir arkadaşa yalaka diyorlar. Yalakalık yaşayana yapılmaz mı? Ölen için öyle bir şey söylenir mi?
CEVAP: Yalaka, dalkavuk demektir. Kendisine maddî menfaat [çıkar] sağlayacak olana aşırı saygı ve hayranlık göstererek ona yaranmak isteyen kimse demektir. Yağcı da deniyor. Bunu ölmüş kimseler için söylemek yanlış olur. Ölüden maddî ne çıkar sağlanacak ki? Mesela, İmam-ı A’zam hazretlerinin veya İmam-ı Gazali hazretlerinin büyüklüğünden bahsedilse, bahsedene dalkavuk denmez. Hattâ mason Abduh veya Reşat Halife gibi kötü kimseleri övene de dalkavuk denmez. Sapık, cahil veya art niyetli denir. Her kelimeyi yerli yerinde kullanmalıdır.
Bir başka husus, ister yaşasın ister vefat etmiş olsun, evliya zatları sevmek, gerekirse onları savunmak her Müslümanın vazifesidir.
Keramet nerede?
Sual: Yunus Emre’ye veya Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerine yahut uygunsuz birine ait olduğu da söylenen şu dörtlükte Mekke ve Hac niye kötüleniyor?
Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet baştadır, tacda değildir,
Her ne arar isen, kendinde ara!
Kudüs’te, Mekke’de, Hacda değildir.
CEVAP: Eğer bu dörtlük, uygunsuz birine aitse, doğru anlaşılması için tevile gerek yoktur. Ama Hacı Bektaş-ı Velî hazretleri gibi büyük bir zata aitse şöyle tevil edilebilir: Kudüs, Mekke kıymetli yerlerdir. Hac, gidebilene farzdır, çok kıymetli bir ibadettir. Fakat imanı olmayan veya bid’at ehli olan kimse, buralara gitse, hac yapsa hiç kıymeti olmaz. Yoksa (Hac ve Mekke kıymetsiz) demek değildir. Bunlar ancak imanlı olana kıymet verir.
(Keramet tacda değildir) sözü de güzeldir. İnsan kıyafetiyle, hırkasıyla, cübbesiyle, başındaki tacıyla, oturduğu tahtıyla değer kazanmaz. Kılık kıyafetle, hattâ tahsille bile insanın kemale ermediği anlatılmaktadır. Nitekim cahil biri, merhum Nasreddin Hoca’ya, okunması zor bir yazı getirir. (Hoca bunu oku!) der. Hoca bakar, (Okuyamadım) der. O kişi, (Başındaki kavuğundan, sarığından utan!) der. Merhum hoca, (Eğer keramet sarıktaysa, buyur sen oku!) diyerek sarığı o kişinin başına geçirir.
Hallac-ı Mansur(k.s) hazretleri.
Sual: Hallac-ı Mansur ve Muhyiddîn-i Arabî gibi zatların yanlış anlaşılan sözlerinden dolayı, bazıları bu zatlardan bahsederken, Selefîler gibi, (Hallac şöyle demiş), (Muhyiddin böyle yazmış) diyorlar. Bu saygısızlık değil mi?
CEVAP:Elbette saygısızlıktır. O zatlar, hatalı keşiflerinden dolayı mazur oldukları için, günaha girmezler. İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvuf büyüklerinden birkaçı kendilerini hâl ve sekr kapladığı zaman, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymayan bilgiler, marifetler söylemişlerse de, keşif yoluyla anladıkları için, suçlu sayılmaz ve sorguya çekilmezler. Bunların, içtihadında yanılan müçtehitler gibi, yanılmalarına da bir sevap verilir. (Mektubat,1/112)
Kitaplarımızda ve İmam-ı Rabbânî hazretlerinin mektuplarında, bu zatlar anlatılırken, (Hallac-ı Mansur “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”) ve (Şeyh-i ekber Muhyiddin-i Arabî “kuddise sirruh”) diye saygıyla bildirilmektedir.
İmam-ı Muhammed Mâsum hazretleri de buyuruyor ki: Şeyh-i ekber Muhyiddin-i Arabî hazretleri, hadis ilminde sahib-i isnad ve fıkıh ilminde ictihad makamındaydı. (Mektubat,1/29)
Böyle büyük zatlara saygısızlık yapan, kendi terbiyesizliğini göstermiş olur.
Köpekten aşağı olmak.
Sual: Evliya zatlara muhalif biri, büyük zatlardan birini, (Hep aynı şeyleri anlatıyor) diye tenkit edince bir arkadaş, (Hocasını tenkit edene kızmayan, köpekten aşağıdır) sözünü hatırlayıp, (Ahmak herif, haddini bil, büyükleri sevenlerin yanında böyle konuşamazsın) diyor. Sevenlerin yanında nasıl öyle konuşabiliyor ki?
CEVAP: Sinsi hareket edip, söylediklerine bir kılıf bulduğu için, fazla tepki toplamıyor. Eğer o arkadaş tepki vermeseydi, kim bilir daha neler söyleyecekti. Belki bütün silsile büyüklerine iftira ederek, şöyle şöyle hataları vardı diyecekti. Büyüklerimiz şunu anlatırlardı:
Bir gün Hz. Ömer(r.a), bir yere vali tayin ederek der ki: “Yarın filan yere gel! Sana, iyi valinin nasıl olacağını, başarının yollarını anlatacağım inşallah.
Herkes, acaba ne nasihatler verecek, ne tavsiye edecek diye merak eder. Ertesi gün Ashab-ı kiramın hepsi oraya gelir. Hz. Ömer(r.a), valinin kolundan tutup der ki: Eğer başarılı olmak istiyorsan, namazını ta ’dil-i erkânla vakti girince kıl! Ramazan-ı şerif ayı gelince orucunu tut! Hac zamanı hacca git! Zekâtını dinin emrine uygun şekilde ver! Kelime-i şehadeti söyleyerek, imanını tazele! Haydi, güle güle, git yoluna, Allahü teâlâ yardımcın olsun!
Yâ emir-el-müminin, İslam’ın şartının beş olduğunu hepimiz biliyoruz. Biz başka şeyler söyleyeceğinizi, valilik hakkında başarılı olmanın yollarını anlatacağınızı zannetmiştik.
Resulullah (s.a.v)Efendimiz, İslam’ın şartının beş olduğunu bildirdi. Ben bunu altı yapacak değilim. Bu beş şartı doğru yapan, başarılı olur.”
Görüldüğü gibi, dinin esasları bellidir. Anlatılacak şeyler de bellidir. (Hep aynı şeyi anlatıyor) diyerek büyük zatları tenkit etmek, art niyetli olmayı gerektirir. Kitaplarımızda da hep hata aramaya çalışıyor. Böyle sinsice fitne çıkaran ikiyüzlülere, o arkadaş gibi, anında tepki vermeli. Tepki görmeyince, saldırılarını şiddetlendirir. Köpekten aşağı olmamak için böyle kimselere müsamaha göstermemeli. Gençlerin, onların tuzağına düşmelerine de mâni olmalıdır.
Peygamber (s.a.v)Efendimiz ashab-ı kiramı sohbetleriyle birlikte feyz vererek yetiştirmiştir. İşte ilmiyle amel eden âlimler de hakiki varisler olmalarından dolayı müritlerini sohbet, teveccüh ve nazarlarıyla yetiştirirler.
Bazılarının yaptığı gibi zahiri ilmi kabul edip, manevi ilmi reddetmek suretiyle tasavvuf ehline dil uzatmak bunlara bir menfaat sağlamadığı gibi o tasavvuf ehline de bir zarar veremez. Nitekim Peygamber (s.a.v)Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur; “Benim ümmetimden hak üzere bir cemaat olacaktır. Bir kim-senin onları hak yoldan çevirmeye çalışması onlara zarar vermez, ta ki Allah-u Zülcelal’in emri gelinceye kadar bu böyle devam eder.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Bu hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere Peygamber (s.a.v)Efendimizin varisleri hak üzere ümmet-i Muhammed’i kıyamete kadar irşad edeceklerdir. O varisler ki hakiki ilmiyle amel eden âlimlerdir.
Çünkü bütün Evliya-ı kiram bu büyük tasavvuf yolundan gelmişlerdir. Bu yüzden onlarla beraber olmak büyük bir ilaç olduğu gibi onlardan ayrılmakta acı bir zehirdir. Nitekim Ebu Turab(k.s) şöyle demiştir: “Kul’a, Allah-u Zülcelal’den yüz çevirme hali gelince, Evliya-ı kirama sataşmaya başlar.”
Gerçek evliyanın itikatları sahihtir, Ehl-i Sünnet itikadıdır. Onlar namazı dosdoğru kılmışlardır. Onlar şeklen ve resmen değil, gönülden, tam bir ihlas ve teslimiyetle ibadet etmişlerdir. Müslümanların evliyaya irtibatlı olması gerekir. Evliya ile irtibatı olan, Resulullah ile irtibatlanmış olur. Nice evliyaullah eserleriyle asırlar ötesinden Müslümanlara hizmet etmektedir. Hüccetülislam ve Zeynüddin İmamı Gazalî hazretleri bin yıla yakın bir zaman ötesinden hocalık ve üstadlık yaparak Müslümanları irşad ve terbiye ediyor. Medreseler kapatıldıktan sonra bu coğrafyada İslam, yeraltına inmiş tarikatlar ve tasavvuf tarafından ayakta tutulmuştur. On dokuzuncu yüzyılda Kafkasyada emperyalist Çarlık ordularına karşı Şeyh Şamilin ve diğer imamların kumanda ettiği dervişler ordusu kırk yıl mücadele ve mücahede etmiştir.
Günümüzde tasavvufa, tarikatlara, şeyhlere, dervişlere düşmanlık edenlere bakınız. Kur’an’a ve Sünnete uymuyorlar. ABD, Siyonizm, emperyalizmin, İslam düşmanları ile ittifak yapıyorlar. İsrail’in en büyük dostları tasavvuf düşmanlarıdır. Bozuk bir din âlimi yüzünden din ilimleri, fıkıh ve Şeriat inkâr edilemeyeceği gibi; bozuk tasavvufçular, müteşeyyih yüzünden de tasavvuf ve tarikat inkâr edilemez. Evliya, tarikat, tasavvuf düşmanları ıslah perdesi altında korkunç tahribat yapmaktadır. Dinin zâhirine, Şeriata, fıkha bağlı ve uygun tasavvuf ve tarikat; şu küfür, isyan, tuğyan, fetret, azgınlık devrinde Müslümanlar için bir keşti-i Nuh, bir can yeleğidir. İtikadımızı tashih edelim, namazı kılalım, dinin zahir ahkâmına uyalım ve evliyaurrahmanın, Pîran hazeratının, Sadat-ı kiramın eteklerine yapışalım.
Soru: Türkiye’de son zamanlarda ve geçmişe de dayanan farklı bir duruş var. Modern İslam adı altında insanlara takdim edilen, daha çok meal ağırlıklı bir yapılanmayla giden ve televizyonlarda da, kökü sağlam bir gelenekten gelen tasavvufa ve hatta temelinde İslam olan pek çok konulara da muhalif duran bir tarz var. Kur’an, Peygamber ve ümmet ilişkisi kaçınılmaz bir zincir. Bu hat, bu bağlılık nasıl sağlıklı oturtulabilir? Bu zincirde bir kopukluk varmış gibi addedip “Bize Kur’an yeter.” gibi bir kurgu var bu insanların kafasında. Bu durumu İslam ilim geleneği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Bu soru, çok geniş değerlendirilmesi gereken bir soru. Şunu ifade edeyim ki ne yazık ki memleketimizde dini, asli konumundan çıkarabilmek için birtakım yıkım faaliyetleri var. Bunlar şer güçler tarafından belirli programlar dâhilinde yapılıyor. Artık her gruba birtakım görevler veriliyor. Mesela bir grup “mezheplere gerek yok” deyip bunu yaymaya çalışıyor. “Bize Kitap ve sünnet yeter. Herkes kitap ve sünneti eline alsın, anladığı şekilde amel etsin.” şeklinde bir yaklaşım… Hâlbuki mezheplerin dayandığı temel konu Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Dolayısıyla mezhepleri inkâr etmek kişiyi dinsizliğe götüren bir köprüdür. Bu şekilde çalışan gruplara zaman zaman rastlıyoruz. Mesela bir konferansa gidiyorsunuz, konferans esnasında soru yazılı olarak sorulmuyor da konferans sonunda adam kalkıyor ayağa, sesli bir şekilde “Mühim bir soru soracağım…” diyerek şov yapıyor. Ya da kitap imzalarken “Efendim merak ediyorum, Peygamberin mezhebi hangi mezhepti?” şeklinde soruyor. Biz artık bu soruların kışkırtma olduğunu bildiğimiz için o kişiye diyoruz ki: “Ey kardeşim! Bu soruyu Hocaya sor diyenlere şöyle de: Bu soruyu sormak; ordu komutanının bölüğü hangi bölüktür, ordu komutanının mangası hangi mangadır sorusu kadar mantık dışıdır, akılsızlıktır.” Ordu komutanının bölüğü olur mu? Hepsi ona bağlı. Peygamberin mezhebi olur mu? Mezheplerin hepsi ona bağlı. Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ortada. Ancak müçtehitlerimizin bazı tali konularda farklı yaklaşımları oluyor, konu hakkında ravilerin farklı rivayetleri oluyor ve bunlar değerlendirilip bir netice ortaya konuyor. Kısacası bir kısmı işe buradan başlıyor. Sonra bir bakıyorsun bir kısmı hadis-i şerifleri de inkâr ediyor. Sonra “Bize Kur’an yeter.” diyecek hale geliyor. İnkâr bir başladı mı onun sonu gelmez.
Hâlbuki “Kur’an bize yeter” diyen bile, yeni Müslüman olmuş birisinin eline Kur’an’ı verse ve o kişi Kur’an’ı okusa “Bunun açıklayıcı mahiyette bir kitabı olması lazım.” der ve onu arar. İşte o da hadis-i şeriflerdir. Bir kısım da var ki bunlar ayet ve hadisleri inkâr etmiyor ama onların yorumlarını farklı hale getiriyor.
Soru:Tevhid dini İslam dininde birlik beraberliğin elbette önemi büyük ancak bu birlik beraberlik bağlamında diğer semavi dinlerin yeri ve konumu nasıl belirlenecek. Yani tevhid ve birlik beraberlik noktasında onları zihnimizde nasıl konumlandırmalıyız?
Cevap:Müslümanlar üzerlerine düşeni yapmalı. İslam mademki kıyamete kadar bakidir, o halde çalışmamıza gerek yok demek çok yanlıştır. Evet, İslam kıyamete kadar baki ama illa şurada baki diye bir kayıt yok. O bölge insanı sahip çıkmazsa Allah oradan İslam’ı alır bir başka yere verir. Üzülerek bunları hatırlıyoruz; Mesela bugünkü İspanya, Portekiz bölgesi, Endülüs bölgesi altı asır İslam’a hizmet etmiş… Endülüs medeniyeti bugünkü Avrupa medeniyetinin temellerini oluşturur. Avrupalılar o medeniyeti alıp hep kendilerine mâl etmişlerdir. Biz bunu şu kitaptan aldık, şu âlimden aldık demiyorlar, ilmî buluşları kendilerine mâl ediyorlar. Yine, Malikî mezhebinin en büyük uleması orada yetişti, Kurtubî Tefsiri Kurtuba’da yazıldı. Ancak biliyorsunuz ki bugün oralarda İslam’ın “i”si yok. Mesela Hindistan’da, bundan dört yüz yıl kadar öncesinde İmam-ı Rabbanî Hz.’nin hayat sürdüğü dönemlerde Hindistan’ın tamamında İslam hâkimdi ve Müslümanların sayısı %80’in üzerindeydi. Ama ne yazık ki bugün Hindistan’ın durumu malum. Hele hele İmam-ı Rabbanî Hz.’nin beldesi olan Serhend otuz bin nüfuslu bir şehir, Müslümanların sayısı ise üç yüz civarında ve büyük bir sıkıntı içerisindeler. Her an öldürülme tehlikesi ile yaşıyorlar. Oradaki Sihlerin Müslümanlara saldırılarını zaman zaman basından da duyuyoruz.
Dolayısıyla bütün Müslümanların, ferdinden devletine, hepsine varana kadar güzel bir şekilde çalışmaları lazım. Ne yazık ki bugün tespihin imamesi kopmuş gibi. Biliyorsunuz doksan dokuzluk bir tespihin iki tane müezzini ve bir de imamesi vardır. O imame koptu mu hepsi darmadağın olur. Kitabı da tutan şirazedir, o dağıldı mı yapraklar dağılır. İşte İslam âlemi bugün bu durumda.
Bugün elli yedi tane İslam ülkesi var ama bırak elli yedi tanesini ne yazık ki iki tanesi bile bir araya gelemiyor. Bazı adımlar atıldığını duyuyoruz ve seviniyoruz. İnşallah yetkililer gerçekleri görürler ve bu konuda gerekli adımları atarlar, halk zaten bunu bekliyor. Bilhassa Hac ve umrede görüştüğümüz Müslümanlarla hep bu konudan şikâyetleniyoruz. Ama idarecilerin -bunun derdini taşıyanları istisna ediyoruz- genel olarak baktığımızda böyle bir dertleri yok. Çünkü bugün küfrün elebaşlarına bağımlılar, onlardan kurtulmaları onlara göre zor gözüküyor. Rabbim kadirdir, onları alaşağı eder ve yerine razı olduğu kimseleri getirebilir, hiçbir zaman ümitsiz olmamak lazım.
Bundan otuz sene önce Sovyetlerin durumunu bilirsiniz. Otuz sene önce, Sovyetlerin dağılıp bu hale geleceğini söylemek değil kimse düşünmek bile istemezdi ama her şey bir günde oldu. Bugün de inanıyoruz ki güç Allah’u Teâlâ’nın elindedir, izzet Allah’u Teâlâ’nın elindedir, onu dilediğine verir. Müslümanlar olarak bu gücün kuvvetin verilmesine layık olalım. Allah’u Teâlâ lütfeder ve sözde güçlü gözüken gayrimüslimlerin güçsüz oldukları ortaya çıkar. Onlar aslında çok fazla güçlü değiller. Müslümanların güçsüzlüğünden dolayı onlar güçlü gözüküyorlar. Müslümanlar güçlerini gösterebilseler hepsi ‘puf’ diye sönecekler.
Soru:“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” ayetinin zahir batın, tasavvuf şeriat vs. tartışmalarındaki yeri… Bunu insanlar adeta göbeğe oturtuyor. Oysa gelenekte, kıssaların hakikatin temsilinden doğduğunu, kerametin Kur’an kaynaklı hak oluşunu reddedemezsiniz, mucizeye ulu orta söz söyleyemezsiniz. Yani pozitivist kafanın esintileriyle İslam’ı değerlendiren bir tarz var. Bu konulara özel değinmek ister misiniz? “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” ayeti, yanlış mı anlaşılıyor?
Cevap: Aslında bu ayeti bu şekilde gündeme getirenlerin büyük bir kısmı bu yıkıcı çalışmaların bir bölümünü teşkil ediyorlar. Bunlar da tasavvuf ve tarikatları yıkmak için birtakım çalışmalar yapanlardır. Bu şahıslar “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” ayetini sık sık dile getiriyorlar. Dinimiz tevhit inancıdır ve dinimiz bilhassa üç konuda tevhidi ister.
Birisi “ulûhiyette tevhit”, bir tek Allah’u Teâlâ’ya inanmak. Mesela Mekke müşrikleri bir tek Allah’a inanıyorlardı. “Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler.” (Lokman Suresi,25)
Ebu Cehil, Ebu Leheb Allah’a inanıyorlardı, elbette Allah vardır, birdir diyorlardı ama şirke düştüler… Neden şirke düştüler? İşte Tevhidin ikinci kısmı “ubudiyette tevhid” yani bir tek Allah’a ibadet yapmak. Mekke müşrikleri ibadetlerini Allah’a değil putlara yapıyorlardı. Buraya dikkat edin! Putları vesile etmiyorlardı, putlara direk ibadet ediyorlardı. Bugün bu ayeti kullanıp tarikat erbabına, tasavvuf erbabına dil uzatanlar bu inceliği bu ayrımı ya görmüyorlar ya da görmemezlikten geliyorlar.
Soru: “Vesile” konusuyla bu aynı mıdır?
Cevap: Vesile konusu farklı, vesile Cenab-ı Hakk’ın bir emridir. Mâide suresinde; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” buyruluyor. (Mâide Suresi,35)
Vesile nedir? Vesile Allah’ın bir emridir, ibadet sadece Allah’a olacak… “İyi bilin ki halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer Suresi,3)
Mekke müşrikleri “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar, tabir açık, ibadet ediyoruz diyorlar. Bugün siz hiçbir tasavvuf erbabının, tarikat erbabının “Biz şeyhimize, şuna buna ibadet ediyoruz.” dediğini duydunuz mu? Ben duymadım. Böyle bir şey yok! Demek ki ibadet farklı şey, vesile farklı şey ve vesile her şeyde var. Hastasınız doktora gidiyorsunuz, şifa veren Allah’tır, doktor vesiledir. “Şu doktor bana iyi geldi şifa buldum.” sözünü biz mecaz kabul ederiz, bu tabi bilinçsizce söylenen bir sözdür. Bir insan bunu bilinçli olarak söylerse dinden çıkar. Vesileyi de yerinde iyi kullanmak lazım.
Elfaz-ı küfrün içine koysanız bile niyetle alakalı değil midir?
Tabi niyetle alakalı. Dediğim gibi, biz bunu mecaz kabul ederiz. Kur’an-ı Kerim’de de mecaz çok var. Mesela Kur’an’da Cenab-ı Hak “Köye sor.” diyor. Köye soru sorulmaz, kime sorulur? Köyde oturanlara sorulur. Mesela “Sobayı yak.” deriz. Soba yakılmaz sobanın içerisindeki odun, kömür yakılır. Bu gibi ifadeleri mecaz olarak değerlendiririz ve kesinlikle Müslüman böyle inanmaz deriz. Çünkü Müslüman şunu bilecek: Aklına gelebilecek her şey; faydalı zararlı, iyi kötü, güzel çirkin ne varsa hepsinin yaratıcısı Allah’tır. Her şeyi Allah yaratıyor, onun dışında bir yaratıcı yok. Allah’ın iyiliklere güzelliklere rızası vardır, ibadet taate rızası vardır ve bunu teşvik eder, bunu yapanları mükâfatlandırır. Ama haramlara, kötülüklere, çirkinliklere, ahlâksızlıklara rızası yoktur. Bir insan iradesiyle kötü olanı tercih ederse onu yaratır ama karşılığında da cezasını verir.
İkincisi, Dolayısıyla ibadet sadece Allah’a yapılır, “ubudiyette tevhit.” Başka hiçbir şeye ibadet edilmez, Allah’tan başka herhangi bir şeye ibadet etmek şirktir. Hatta riyakârlık bile gizli şirktir. Riya, bazı menfaatler elde etmek niyetiyle, başkasının işitmesi ve görmesi için ibadet yapmaktır. Memleketimizde, riyakârlık hariç böyle ubudiyette şirke ben şahsen rastlamadım.
Herkes, kime ibadet ettiğini biliyor zaten.
Evet doğru… Ama riyakârlık maalesef oluyor. Hocalar bile bazen bilmeden mütevazılık yapayım derken riyakârlığa düşüyor, Allah hepimizi muhafaza eylesin. Örneğin konferanslarda bunu çok görürüz. Bir şahıs çıkar konuşmaya başlar, tabi orada dinleyen bir sürü zevat var cemaat var. “Efendim ben bu kürsüye layık değilim de işte bana çık dediler, o yüzden ben çıktım ama layık değilim de…” Bir yersiz mütevazılık… Birisi “Mademki öyle in aşağı” dese adamın canı sıkılır. Çünkü adam dinleyicilerden “efendim estağfirullah” gibi bir cevap beklentisi içerisinde oluyor. Bu bile gizli şirktir, yani riyadır.
Hiç unutmadığım bir hatıramı paylaşmak isterim. Bir vilayette görevliyim ve bir arkadaşımla beraber hocamızdan Arapça dersi alıyoruz. Arkadaşımın Arapça konuşması benden daha mükemmeldi fakat medrese tahsili olmadığı için illetli kelimelerde sıkıntı çekiyordu. Biz o konuda biraz daha tecrübeliydik. İlletli kelime, özel durumu olan Arapça kelimedir. O arkadaş gelir sorardı ben de söylerdim, sonra derdi ki: “Ben bunu bilemedim benden Arapça hocası olur mu?” Ben de “Estağfirullah niye öyle diyorsun ki ilim bu. Bizim de bir sürü bilmediklerimiz var.” derdim. Bir gün hakikaten basit bir kelime sordu, ben de artık şaka yaptım. “Sen bunu nasıl bilmezsin Arapça hocası olmuşsun.” dedim. Birden bire “Sen bana bunu nasıl söylersin.” dedi. “N’olmuş sen hergün söylüyorsun, ben bir kere söyledim.” dedim. “Ben söylerim sen söyleme.” dedi. “Demek ki o sözünde samimi değilsin. Çünkü kendin söyleyince benim estağfirullah dememi bekliyorsun. Ben söyleyince ise ağırına gidiyor.” diye uyardım onu. Şunun altını çizmek istiyorum, yersiz mütevazılık da bir kibirdir, Allah korusun.
Tevhidin üçüncü ayağı “hükümde tevhit”. Kur’an’da şöyle buyrulur: “…Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur…” (Yusuf Suresi,40)
Müslümanın doğumundan ölümüne kadar helalleri, haramları, farzları, şahsi hayatında, ev hayatında, iş hayatında bütün hükümleri koyan Allah’tır. Müslüman bunu böyle bilmek böyle kabullenmek mecburiyetindedir. “Ben namaz konusunda Allah’ın namaz hükmünü kabul ederim, namaz kılarım. Ama mirasa gelince bu konuda Allah’ın hükmünü değil de İsviçre kanunlarını kabul ederim.” derse o zaman hükümde Allah’a şirk koşmuş olur. Bugün Türkiye’de, bu üçüncü konudan baktığımızda birçok Müslüman’ın ayağı kayıyor. Allah’ın hükmünü değil de işine hangisi geliyorsa onu kabul ediyor…
Geçenlerde miras konusunda bana danışmaya gelmişler. Baba ölmüş geriye hanımını bırakmış, kızı var, oğlu var… İki hükme itiraz ettiler. Dedim ki: “Siz hanımı olarak sekizde bir alacaksınız, kural açık net. Bakın Kur’an-ı Kerim’de namazın rekâtları belirtilmiyor ama mirasta Cenab-ı Hak, kim ne alacak bizzat kendisi belirtiyor. Bir adam öldüğünde eğer adamın çocuğu varsa hanımı sekizde bir alır, çocuğu yoksa dörtte bir alır. Müslümansan bunu kabulleneceksin. Ben bunu kabul etmiyorum dersen dinden çıkarsın.” Kadın “Ben dörtte bir istiyorum.” dedi. Ben de “Allah’ın hükmü böyle. Ben bunu artıramam da eksiltemem de. Sekizde bir alacaksın. Ayrıca, ölen kocanızın babası altıda bir alacak. Eğer ölenin çocukları varsa ölenin annesi altıda bir, babası da altıda bir, ayrı ayrı hisse alır. Bu Kur’an’da yazılıdır, bunu kabul etmeyen dinden çıkar.” dedim. Kadın “Biz böyle istiyoruz, babaya miras olmasın, ben dörtte bir istiyorum. Medeni kanuna göre böyle.” dedi. Ben de “O zaman bana niye geldiniz, ben hâkim değilim ki. Medeni kanuna göre istiyorsanız buyurun mahkemeye müracaat edin. Ben bunu anlattıktan sonra siz bunu kabullenmezseniz bu kapıdan çıktığınız an ayağınızı cehenneme atmış olursunuz haberiniz olsun, ayetleri kabullenmiyorsunuz… Evet, Allah’ın emri öyle ama ben uygulamıyorum dersen gene haram işlemiş olursun, dinden çıkarsın.” dedim.
Şöyle ki “Namaz farzdır ben kılamıyorum, faiz haramdır ama ben alıyorum.” diyen dinden çıkmaz ama günahkâr Müslüman olur. “Amaaan be sen de! Namaza ne gerek var, kalbin temiz olsun.” dedin mi dinden çıkarsın. “Faiz niye haram olsun ki? Bugün artık iktisadi hayatın bir gerçeğidir, onsuz olmaz. Biz tefe yapmıyoruz, şunu yapmıyoruz…” diyen insan dinden çıkar. Peygamber bir şeyi haram kılıyorsa bunu kendiliğinden yapmıyor. Allah’u Teâlâ’dan vahyini alıyor, ifadesini ona göre şekillendiriyor. Yoksa Peygamberin elinde bile bir şeyi haram kılma yetkisi yok. “Allah ve Resulü neyi haram kılmışsa…” ayeti vardır ama Resul de yine Allah’tan aldığını söyler. Bunun delili de yine başka ayetlerdir. “O (Peygamber) hevâdan (arzularına göre) konuşmaz. Onun tebliğleri (Kur’an ve sünnet) yalnızca Allah tarafından kendisine iletilen vahiylerdir.” (Necm Suresi,3,4)
Bir hadiste Allah Resulü haramdır diyorsa bunu kabul ederiz ama o yine Allah’ın bir hükmüdür.
Tasavvuf ve tarikata karşı çıkanların çoğu tasavvuftaki en hassas nokta olan rabıta, murakabe, tevessülün ne olduğunu bile bilmiyorlar. Bu konuda uygulamada bazı yanlışlıklar var mı var. Ama yanlışlıklar tarikata tasavvufa mâl edilmez ki… Altını çizerek söylüyorum: Bir Müslümanın hatası İslam’a ve Müslümanlara mâl edilemez. Bir cemaate mensup olan şahısların hatası o cemaatin liderine veya hocasına mâl edilemez. Bakarız, eğer cemaat lideri aynı görüşteyse ben o zaman o hatayı ona mâl ederim, bu onun hatasıdır deriz.
Bir sene Hac’da tavaftan sonra oturdum bir şeylerle meşgul oluyordum. Oradaki görevliler gelip rabıta gibi konular hakkında sorular sordular, ben de cevaplandırdım. Mesela, rabıta nedir diye bir soru sorulduğunda ben tek kelimeyle şunu söylüyorum: Tövbe suresi 119. ayet-i kerimeyle amel etmektir. Nedir bu ayet? “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadık kimselerle beraber olun.” Bu ayette iki tane emir var. Birisi takva sahibi olmak, diğeri sadık kimselerle beraber olmak. Mesela, ben inanıyorum ki siz sadık insansınız. Geliyorum sizinle beraber oturuyorum, geziyorum, dolaşıyorum, sizinle beraber olmaya çalışıyorum. Benim bu davranışım bu ayete uygun mu, uygun… Ama her zaman ben sizinle böyle maddi beraberlik yapamıyorum ki. Evim ayrı, icabında şehrim ayrı, icabında memleketim ayrı… Ayrı kalınca da gözümü yumuyorum sizinle beraber olduğumu düşünüyorum. Bu şekilde düşünmenin neresi şirk? Şu da bir gerçek ki Allah’ın koyduğu bazı kurallar var, kanunlar var (inançsızlar bunlara “tabiat kanunları” derler).
Mesela, Allah yağmuru buluttan yağdırır, bizi dünyaya ana rahminden getirir. Allah kadirdir, bulut olmadan da yağmur yağdırabilir, ana olmadan da çocuk dünyaya getirebilir ki Âdem aleyhisselam gibi, baba olmadan da çocuk dünyaya gelebilir ki İsa aleyhisselam gibi. Ama kâinatın bir düzeni olması için Allah bu düzeni böyle koymuş. Allah’a sorulmaz, kimse Allah’a niye böyle yaptın diyemez. İşte sevgi, feyz, bereket, rahmet, nefret de kalpten kalbe gelir; bu da Allah’ın bir kuralıdır.
Şimdi senin karşında sevmediğin birisi otursa ve hiç konuşmasa bile rahatsız olur kalkarsın. Karşında sevdiğin bir insan oturuyorsa hiç konuşmasa bile sen rahat edersin. Niye? Çünkü karşındaki kişi sevdiğin birisiyse senden ona ondan sana sevgi, feyz, bereket akar. Bunu kimse inkâr edemez, Allah’ın kanunu bu… Sevmediğin insan varsa da nefret akar, bu böyle. Şimdi, insan sadık kimselerle beraber olunca sevgi, feyz akıyor. Uzak kaldığında da gözünü yumuyorsun beraber olduğunu düşünüyorsun yine sevgi akıyor, feyz akıyor. İşin aslı bu, rabıta tevessül hepsi budur.
Burada yapılan bazı yanlışlıklara gelince o bizi bağlamaz. Daha birkaç gün önce birileri bunun şirk olacağını söyledi. Dedim ki: “Bakın bize sorulan, anlatılan şeyler hayali ihracat değil. Mesele, adam geliyor “Hocam ben bir dizi seyrettim, ardından abdest aldım, namaz kıldım. Namaz kılarken o dizideki beğendiğim kızı hayal ettim ve bazen ilişkiye bile girdim.” diye anlatıyor. Bu olmuş ve oluyor. Peki, bu adam namaz kılarken o dizideki beğendiği kızı veya hayatında sevdiği, nişanlandığı bir kızı düşünüyor. Şimdi bu şirk oluyor mu? Tabi olmaz, diyorlar. “Ya bu adam bir yandan namaz kılıyor ama haram iş işliyor. O dizideki kızı düşünerek, onu hayal ederek ilişki kuruyor. Bu adam müşrik olmuyor da ben, zihnim dağılmasın diye sağa sola gitmesin diye namaz kılarken önce Allah’ın huzurunda olduğumu düşünüyorum, Kâbe’de olduğumu düşünüyorum, önümde yanımda şeyhimin ve arkadaşlarımın bulunduğunu düşünüyorum. Bunun neresi şirk?”
Evet, bu tamamen dine saldırmak amaçlı. Çünkü tasavvuf tarikat dinin bir gerçeği, bunu kimse inkâr edemez. Sahabe bir araya gelirdi, hatta bir araya gelelim de imanımız artsın anlamında “Bir araya gelelim de iman edelim.” derlerdi.
Dolayısıyla tasavvuf, tarikat, tevessül, murakabe konularında ileri geri konuşanları ben iki kısımda değerlendiriyorum. Bir kısmı bilmediğinden dolayı konuşuyor, kişi bilmediğinin düşmanıdır… Nitekim bu insanlarla anlaşmak kolay, anlattın mı kabul ediyor. Hacdaki görevlilere böyle anlattım “Eğer rabıta böyleyse buna kimse itiraz edemez.” dediler. Ben böyle yapıyorum, başkası başka türlü yapıyorsa yanlış yapıyorsa o beni ilgilendirmez.
İkinci kısım ise art niyetli olanlar. Onlar görevli zaten, kendilerine görev veriliyor, “Televizyona çık şunları konuş şu kadar para al.” Bu bir vakıa. Televole ilahiyatçıların bir kısmı böyledir.
Bireysel kaygıyı aşıp neredeyse bin küsur yıldır bu metotla insan yetiştiren ve Müslümanlara faydalı olan bir geleneğe yönelik tekfir müessesesinin çalıştırılması da var. Tekfir müessesesinin böyle olur olmaz çalıştırılması doğru mu?
Bu çok kötü bir şey. Çünkü “Bir mümine kâfir diyen kâfir olur.” Ehl-i Sünnet âlimleri o kadar hassas davranmışlardır ki yanında kelime-i küfrü söyleyene “Sen kâfir oldun.” demezler. Ne derler? “Dikkat et bu sözü söyleyen kâfir olur.” derler. Orada bile bir ikaz bir uyarı… Çünkü insan kızabilir ve “Olduysam oldum.” diyebilir.Allah korusun…
Efendimizin(s.a.v) ilk dervişleri Ashab-ı Suffe’dir.
Ehl-i Tasavvufun yolbaşları içinde cahil yoktur. Örneğin tasavvufun yol başlarından İsmail Hakkı Bursevî tefsir âlimi, Aziz Mahmut Hüdai kadıdır. Hz Mevlana da Hanefi fakihidir. Tasavvufa dil uzatanlar âlimler değil, hoşaf kaşığı bulaşığı kadar ilmi olduğunu sananlardır. Bir kurumun isminin sonradan konulması onun sonradan meydana geldiğini göstermez.
Tasavvufta yolların çok olmasının nedeni ayrılık değildir, zenginlik ve ihtiyaca cevap vermek içindir. Allah insanları farklı fıtratlarda yaratmıştır, insanların kendilerine yakın kişilerle birlikte olmaları çok doğaldır.
Tasavvufa Hz Peygamberden(s.a.v) sonra oluştu diyenler Efendimiz(s.a.v)’i tanımayanlardır. Tasavvufi hayat bir mürşidin önünde tövbe edip O’na intisap edip O’ndan esma almak ile başlar. İlk esma alan Hz Âdem(a.s)’dir, ilk esma veren de Allah(c.c)’tır, öyleyse ilk şeyh Hz. Allah(c.c), ilk derviş de Hz. Âdem(a.s)’dir.
Kıble Kudüs’e doğru iken yapılmış olan ilk mescidde, Kıblenin tam aksi istikametinde uzunca bir seki gibi oturma yeri vardı. Kıble değiştikten sonra bu yer yine yapıldı, işte bu yere sofa denirdi burada kalanlara da Ashab-ı Suffe denirdi. Orada sadece misafirlerin kaldığı doğru değildir, Hz. Halid’in mescide yakın evi olmasına rağmen Ashab-ı Suffe’dendir. Ashab-ı Suffe, Resulullah (s.a.v)Efendimizin özel ilgi gösterdiği, ders verdiği kişilerdir.
Tesbihlerdeki sayıların Hint felsefesinden geçtiği iddiası yanlıştır. Doktorun verdiği doza uymak zorunda olduğumuz gibi Rasulullah(s.a.v)’ın verdiği tesbih dozlarına da uymak zorundayız. Niçin namazdan sonra tesbihler 33’er tane? Niye ezanda 4 tekbir ile başlıyor?
Bütün tasavvuf ekolleri çekirdek halinde Asr-ı Saadet’de mevcuttur. Bu çekirdeğin değişik meyveler vermesi daha sonra olmuştur, mezheplerde olduğu gibi… Tasavvufta ve fıkıhta üç tane ekol vardır; Hicaz, Kûfe, Horasan.
Kur’an-ı Kerim’de zikir kavramı ile kastedilen Kur’an’ın okunması değildir, “fezkuruni ezkürkum” ayeti buna delildir. Allah o ayette siz Kur’an okuyun, ben de size okuyayım mı diyor? Ayrıca, Efendimizin “Allah’ın şu 99 ismini (sonsuz isimleri arasında şu 99’unu) iksa eden (okuyan, o manalara uygun davrananlar) nara müstehap olsalar da ehli cennettirler” hadisi var. Resulullah(s.a.v), bu esmaları okumayı tavsiye ediyor.

Ebubekir TANRIKULU Hoca
Kadiriyye-i Halisiyye-i Hayriyyenin
Hadimül Fukarası

 
 

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.

Free WordPress Themes - Download High-quality Templates