1. Haberler
  2. Genel
  3. İslâm’ın İlk Vahyi; «Oku!»

İslâm’ın İlk Vahyi; «Oku!»

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İslâm’ın İlk Vahyi; «Oku!» Emrinin Muhtevâ ve Şümûlü

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Ekim, Sayı: 248

İLMİ ÖĞRETEN ALLAH’TIR

Cenâb-ı Hak; insanı, akılla teçhiz etmiş, onu akıllı bir varlık olduğu için din ile mükellef tutmuştur.

İlk insan olan Hazret-i Âdem’e bütün isimleri öğretmiş, meleklerin cevaplayamadığı sualleri, Hazret-i Âdem cevaplamış, böylece Allah Teâlâ;

“Ona secde edin!” diye emrederek, Hazret-i Âdem’in şeref ve izzetini göstermiştir.

Allah, insana ilk önce bütün isimleri öğretti. Büyük bir irfanla, kültürle mücehhez kıldı. İnsana geniş bir ufuk verdi. Bütün ilimler, isimlerle / kelimelerle inkişâf etmektedir.

Rahmân Sûresi’nin ilk âyet-i kerîmelerinde de; Allah Teâlâ, insana Kur’ân’ı ve beyânı öğrettiğini hatırlatır.

Bakara Sûresi’nde;

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Siz takvâ sahibi olun, Allah size öğretiyor…” (el-Bakara, 282) buyurarak, ilmin şartına da işaret ediyor.

Demek ki;

Gerçek ve faydalı ilmi, öğreten Allah’tır.

Cenâb-ı Hak, sonsuz ilim sahibidir. Bütün insanlığın üst üste yığılmış ilimleri; sonsuz ilâhî ilim karşısında ancak, deryâdan bir damla mesâbesindedir.

Bu azıcık ilmin insana verilmesinin gayesi ise, insanın tefekkürüne malzeme vererek ilâhî sanatı, kudret akışlarını temâşâ edebilmesine hizmet etmesidir. Böylece eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a, sebeplerden Müsebbib’e ulaşmasını sağlamaktır.

Her nimetin maksadının dışında, yanlış bir şekilde kullanılması mümkündür. Akıl ve ilim nimetlerinin kötüye kullanılması ise türlü türlüdür:

  • İlmi kendi nefsine izâfe ederek kibirlenmek,
  • İlmi sırf dünyevî menfaatler için tahsil etmek,
  • Bilgiyi sadece zihne depo etmek, onu gönülde hazmedip irfâna çevirmemek, onunla amel etmemek,
  • İlim adı altında, birtakım ateist filozofların hezeyanlarını nakledip durmak…

Bugün ilim ve tahsil adı altında, bu problemlerle karşı karşıyayız.

«OKU!»

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Hirâ Mağarası’nda gelen ilk vahiyde de, okumak ve ilim hususlarının tebârüz ettirildiğini görüyoruz:

İlk ilâhî tâlimat:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ۝١

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

Her işe besmeleyle başlayacağız. Rabbimiz’in yüce ismini zikrederek, âdetâ O’ndan izin alarak okuyacağız. Yani sınırlı aklımızı vahyin üstüne koymaya kalkmayacağız, aklımızı vahyin muhtevâsında kullanacağız.

Rabbimiz’in adıyla okumak ilk vazifemiz. Cenâb-ı Hak; bu kâinâtı kudret akışlarıyla, azamet nakışlarıyla doldurmuştur. Kul, temâşâ ettiği her nakışta, tefekkür içinde derinleşecek. Zikre alışacak. Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini ve kudret akışlarını aşk ve vecd ile okuyacak. Böylece büyük bir haz duyacak. Kulluğunu idrâk edecek.

Kul, Allâh’ın adıyla iki kitabı okuyacak:

  • Kur’ân-ı Kerim (Kavlî âyetler)
  • Kâinat Kitabı… (Kevnî âyetler)

İnsan ise, bu kitapların özü, fihristi ve sırrı…

Kavlî ve kevnî âyetlerin karşılıklı okunmasına sayısız misallerden biri de şöyledir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَالسَّمَٓاءِ ذَاتِ الرَّجْعِۙ ۝11

“Dönüş sahibi olan göğe andolsun!” (et-Târık, 11)

Dünyanın etrafındaki atmosfer ve tabakalarını inceleyenler, burada dört ayrı dönüş sistemi tespit etmişlerdir:

Troposfer tabakası (9-16 km): Buharlaşarak yeryüzünden yükselen suyun, yoğuşarak yağış olarak yere geri dönmesini sağlar.

Strotosfer-Ozonosfer tabakası (25-50 km): Uzaydan gelen zararlı mor ötesi ışınları yutarak yeryüzüne ulaşmadan uzaya geri dönmelerini sağlar.

İyonosfer tabakası (50-1000 km): Yeryüzünden yayılan radyo dalgalarını yeryüzünün farklı bölgelerine geri yansıtarak telsiz konuşmalarının, radyo ve televizyon yayınlarının uzak mesafelerden izlenebilmesini sağlar.

Manyetosfer tabakası (10.000 km-60.000 km arası): Güneş ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı radyoaktif parçacıkları yeryüzüne ulaşmadan uzaya geri döndürür. (Mikdat KADIOĞLU, Modern Meteoroloji Işığında Kur’ân Âyetlerine Bakış, s. 82)

Hâsılı;

Esas tahsil; ancak mekteb-i âlemde, bu hârika kitapları okuyabilmek, idrâk ile hazmedebilmek ve muhtevâsınca yaşayabilmektir. Bu iki kitap, Cenâb-ı Hakk’ın kula büyük bir yardımı ve ihsânıdır.

Müteâkip âyette Cenâb-ı Hak, sonsuz kudretinden bir misal veriyor:

خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ ۝2

“O, insanı «alak»tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı.” (el-Alak, 2)

Evvelâ bu âyet, bir Kur’ân mûcizesi… Embriyolojinin bilinmediği bir asırda Cenâb-ı Hak, insanın yaratılışını safha safha bildiriyor. Biyoloji, anatomi, fizyoloji hepsi Allâh’ın sanatı… İnsan; o her biri bir fabrika gibi olan hücreler, sistemler, uzuvlardan teşekkül eden varlık, zerre kadar bir sudan yaratılıyor. Zerreye sığan DNA’da, âdetâ bir binanın plân ve projeleri gibi, her şey yazılıp dökülmüş.

İkinci ders: Cenâb-ı Hakk’ın, insanı bu dünyada bir zerre sudan yarattığını gören insan; O’nun âhirette de insanı yaratacağından, yaratma kudretinden nasıl şüphe duyabilir? İlk defa yaratan elbette yine yaratır.

Üçüncü ders ise, insana kendi aslını düşündürmektir:

İnsan bir gözyaşından veya bir alın terinden meydana gelmedi. Bir necâsetten meydana geldi. Mâ-i mehîn / hor görülen bir sıvıdan yaratıldı. Öyleyse;

  • İnsanın «ben» demeye ne kadar hakkı var?
  • Cenâb-ı Hakk’a ortaklığa kalkmaya ne kadar hakkı var?

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ifadesiyle;

“Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?!. Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! (Kabirde çürüyüp gidecektir.) Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de kurtaramaz.”

Demek ki; okuma ve ilim faaliyetinde, insan dâimâ haddini bilecek. Allah adıyla, O’na ilticâ ederek; «Sen yâ Rabbî!» diyerek yola çıkacak.

SONSUZ İKRAMLAR

İnsan, değersiz bir sudan yaratılmış bir varlık olmasına rağmen; Cenâb-ı Hak, sonsuz cömertliği ile, insanı muhatap alıyor, ona hitap ediyor:

اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ ۝3

“Oku! Sen’in Rabbin en büyük kerem sahibidir.” (el-Alak, 3)

Burada; «Oku!» emri ikinci defa geliyor:

  • Birincisinde; «mârifetullâh»ı oku, kulluğunu oku.
  • İkincisinde perverde olduğun nimetleri ve ikramları oku! Oku da şükredici ol, nankörlüğe düşme!..

Meselâ herhangi bir mahlûkāta baktığımız zaman, tefekkürümüz şöyle olmalı: Onun gibi yaratılmış olabilirdik, bu dünyaya bir yılan olarak gelebilirdik, bir kedi-köpek olarak gelebilirdik…

Kul, nimetleri okuyarak, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a minnettar hâlde yaşayacak. Kur’ân okuduğumuzda, bu ikramların bize tek tek hatırlatıldığını görüyoruz:

  • Üstümüzde muhkem bir çatı, kâinatta muazzam bir nizam, en ince ayrıntısına kadar mükemmel plânlanmış bir hilkat manzarası var.
  • Ateistler bile; «Yarın oksijen düşer mi?» diye yanlarında tüplerle gezmiyor. Yani ilâhî nizâma itimat hâlindeler.
  • Bal arısı; Cenâb-ı Hakk’ın emriyle, şifâlı bir bal üretiyor.
  • Süt, kan ve «fersin / bağırsak muhtevâsı»nın arasından; bembeyaz, tatlı bir ikrâm olarak yaratılıyor.
  • Yeryüzünde kirlenen sular, göğe yükseliyor ve rafine ediliyor. Bir asit yağmuru yağmıyor, tuzlu bir su inmiyor.
  • Gökyüzünde Akdeniz kadar su, kapsız olarak duruyor; ölçülü bir şekilde nereye inmesi takdir edildiyse oraya iniyor.
  • el-Bârî ve el-Musavvir isimlerinin tecellîsi milyonlarca çeşit canlı ve bitki, bize hizmet ediyor. Kimisinden istifâde ediyoruz, kimisi bize tefekkür vesilesi oluyor.
  • Denizlerde gemilerin, havada uçakların uçabilmesi yine Allah Teâlâ’nın ihsân ettiği kanunlarla mümkün oluyor.

Demek ki;

Her şeyi hamd ve şükür ile okuyacağız. Bu okuyuş, bizim hayranlık ve minnettarlıkla secdeye kapanmamız neticesini verecek. Amel-i sâlihlerle Allâh’a şükredeceğiz.

Bu vazife kolay değildir. Bunu başarabilmek için de Allah’tan yardım dilemek lâzımdır.

Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun elini tutup şöyle buyurdu:

“–Ey Muaz, Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum.”

Sonra şöyle devam etti:

“Ey Muaz, sana her namazın sonunda;

اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

«Allâh’ım! Sen’i anmak, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmek husûsunda bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde;

“İster şükredici ol, ister nankör ol!” (Bkz. el-İnsân, 3) buyuruyor.

Kendi bileceğin iş!.. Fakat cehenneme bir an dayanmaya gücün var mı?

Allâh’ın, kerem yani cömertlik sahibi olduğunu bildirmesi, bize de ilimde, insanlığa faydalı olmayı gaye edinmemizi telkin etmekte. Mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakış tarzı kazanmamızı arzu etmekte.

Sadece para kazanmak isteyen bir cerrah, kasap kesilir. Sadece para kazanmak isteyen bir hukukçu, gaddar bir cellât kesilir. Kapitalizm; bilgiyi zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olması yolunda kullanıyor.

Alak Sûresi’ndeki müteâkip âyette, Cenâb-ı Hak, kaleme dikkatimizi çekiyor:

اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ ۝4

 “O, kalemle yazmayı öğretendir.” (el-Alak, 4)

Yazmayı, okumayı Cenâb-ı Hak lutfetti. Başka hiçbir mahlûkatta bu husûsiyetler yok. Velhâsıl Cenâb-ı Hak;

عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ ۝5

“İnsana bilmediğini öğretti.” (el-Alak, 5)

Peygamberler göndererek öğretti, kitaplar indirerek öğretti. İlhâm ederek öğretti.

En büyük eğitimciler, peygamberlerdir.

Her mü’min de kendi çapında bir eğitimci olmak durumundadır. Meselâ her anne-baba, evlâtlarının eğitimcisidir. Her fert; akrabalarına, komşularına karşı emr-i bi’l-mâruf vazifesiyle mükelleftir.

Her eğitim vazifesinin sonunda şu üç not verilecektir:

Birincisi: Eğitimcinin talebesine verdiği not.

İkincisi: Talebenin eğitimciye vereceği muhabbet notu. (Hocanın talebede nasıl bir iz bırakabildiği…)

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmet gününde hepimize vereceği not.

Hepimiz bu üç not ile imtihan edileceğiz. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker emredilmektedir. Her müslüman, kendisini, hâdisâtın akışından mes’ul görür.

Sahâbe-i kiram, bu şuurla dünyanın dört bir yanına giderek İslâm ve Kur’ân muallimleri oldular. Çin’e, Semerkant’a, Kayravan’a, Afrika’nın içlerine gittiler. Çünkü onlar nâil oldukları her nimetten hesaba çekileceklerinin şuurundaydılar.

Peygamberlerin eğitim vazifesi, insanları önce tezkiye etmek, sonra o temizlenmiş gönülle onlara kitap ve hikmeti öğretmektir.

Bu tezkiyeyi açarsak;

  • Nefsânî arzuları bertaraf edebilmek,
  • Kalpte rûhânî istîdatları inkişâf ettirebilmek demektir.

Böylece kalp, «mârifetullah»ta merhale almaya başlar. Sır ve hikmetler, rûha keşfolunmaya başlar.

Bütün bu gayelere hizmet etmeyen ilim ise;

FAYDASIZ İLİM

Kul, «mârifetullah»tan nasip alırsa, okunan dünyevî ilimlerin kişiye bir faydası olur, Allâh’a yaklaştırır.

Yok eğer âhiret mektebi olan bu cihanda ibret ve hikmet manzaralarını seyredemezse; hâdisâtı, vukûâtı, sonsuz tecellîleri doğru okuyamazsa, o zaman -Allah korusun- netice bir felâket olur. Okuduğu ilimler de, dünyevî ilimler de «faydasız ilim» olur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Yâ Rabbî, fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Yûnus Emre Hazretleri, ne güzel söyler:

İlim, ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir,

Sen kendini bilmezsen;

Bu nice okumaktır?

Okumaktan mânâ ne,

Kişi Hakk’ı bilmektir,

Çün okudun bilmezsin;

Ha bir kuru emektir!

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Efendi; Âmâk-ı Hayal adlı eserinde, gerçek ilimle hâsıl olacak hakikî huzuru şöyle tarif eder:

“Saâdet; hayatı olduğu gibi kabul etmek, eskāline/ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek, ıslahı için de gayret sarf etmektir. Yani kalb-i selîme ermektir.”

Demek ki iki türlü bilgi var:

Cenâb-ı Hakk’ın, âhiret mektebi olan dünyada lutfettiği birtakım dünyevî bilgiler var. Fakat sadece bu bilgileri zihne depo etmek kâfî değil. Zâlimler de bu bilgilerle zulümlerini yapıyor. İşte İsrail zulmünü yapanlar, destekleyenler ve bîgâne kalanlar, ekseriya yüksek tahsilli, çift doktoralı vs. kişiler. Lâkin bu ilim, onların vicdanlarını kurutmuş.

Ancak kalpten, «mârifetullah»tan nasipler alınacak ki dünyevî bilgiler, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırsın.

Yani;

Dünyevî ilimler de uhrevî ilimlere tâbî olacak ki asıl maksat hâsıl olsun!

Diğeri hakikî, esas olan ilim ise, Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmektir. Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek. Çünkü âhiret dershânesindeyiz. Bunun dersi de Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmek, «mârifetullah»tan bir nasîb alabilmek.

Bu ilim; kâğıtla, kalemle, sınıfta, mektepte tahsil edilmez, bu ilim ancak kalpte öğrenilir. Yani bu ilim, insanın kendisinin kendisine verebileceği bir ilimdir. Kul, takvâda derinleştikçe ona perdeler açılacak, ilhamlar gelecek. Cenâb-ı Hak ona sırât-ı müstakîmi öğretecek.

SON «OKU!» EMRİ

Kur’ân-ı Kerim’de insana hitâben bir; «Oku!» emri daha var:

اِقْرَاْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ ۝14

“Kitâbını oku! Bugün hesap sorucu olarak sana kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

Kıyâmet günü; amel defteri kula verilirken, Cenâb-ı Hak böyle hitap edecek.

Kirâmen kâtibin; her an amellerimizi, ahvâlimizi, oradaki ilâhî dosyalarımıza gönderiyor. Tabiri câizse kıyâmet günü, o ilâhî dosyalardan, ekranlar inecek, Cenâb-ı Hak; «Oku!» diyecek.

Hiçbir şeyi gizlemek mümkün olmayacak. Uzuvlar konuşacak, deriler, eller ve ayaklar itiraf edecek.

O gün; amel defteri sağdan verilenler, sevinecekler.

“Kitabı sağ tarafından verilen (öyle bir sevinecek ki);

«–Alın, kitabımı okuyun! Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.» diyecek.” (el-Hâkka, 19-20)

Amel defteri arkasından veya solundan verilenler ise, âh u vahlar içinde perişan olacak.

Demek ki, okuma faaliyeti; âhireti de ihtivâ edecek şekilde geniş ve şümullü olmalıdır. Sadece fânî dünya hayatının sınırlarında bırakılan bir ilim ve okuma insana saâdet getirmez. Bilâkis felâkete sebep olur.

Bu sebeple, müşahhaslaştırırsak;

Evlâtlarımızın tahsilinde;

  • Mârifetullâh’a eriştiren,
  • Hamdi ve şükrü öğreten,
  • Âhiret ufuklarını düşündüren bir ilim ve tedrisâtı hedeflemeliyiz. Meslekî, dünyevî tahsilleri de okuyacaklar, lâkin bunu uhrevî tahsil ile mezcetmeliyiz.

Bilhassa yukarıda ifade ettiğimiz ateist filozofların, İslâm düşmanı sosyolog vs. kişilerin hezeyanlarının ilim diye okutulması da, müslümanların uzak duracağı bir sahadır.

Meselâ;

Darwin, evrim teorisiyle; «tabiatta güçlü olanın ayakta kaldığını, zayıfların öldüğünü» ileri sürdü. Zâlimler de bu sözde ilmî (!) teoriye istinâd ederek; tekâmül etmemiş gördükleri Afrika vb. coğrafyaları sömürmeyi, oradaki insanları köleleştirmeyi, düşmanlarını yok etmeyi kendilerinde hak gördüler. Gazze’de yaşanan zulüm de aynı zihniyetin mahsûlüdür. Birçok Siyonist zâlim, Filistinlileri, öldürülmeye müstehak hayvanlara benzetecek kadar vahşîleşmiştir.

Nitekim eski Yunan’da da, bir uzvunda noksanlıkla dünyaya gelen bebekleri, bir çukura terk edip öldürme âdeti vardı. Vahyin olmadığı yerde, gerçek bir merhamet yoktur.

Bir müslüman, psikolojiyi; her şeyi cinsî zâviyeden görme dalâletine düşen Freud’dan değil, İslâm tarihinde insan rûhuna dair nice eserler yazmış âlim ve âriflerden okur.

Hattâ İslâm felsefesi adı altında, Yunan tesiri altında kalmış filozofların eserlerinin okutulması da böyle bir garabettir.

GERÇEK İSLÂM FELSEFESİ

Zamanımızda İlâhiyat fakültelerinde İslâm Felsefesi dersi okutulur. Bu derslerde maalesef sadece; Yunan felsefesi tesiri altında kalmış, Aristo, Eflâtun gibi filozofların kitaplarını tercüme ederek aktarma yoluna gitmiş; Kindî, Fârâbî, İbn-i Sînâ ve İbn-i Rüşd gibi filozofların görüşleri işlenmektedir.

Hâlbuki;

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî, bu filozofların eserlerini tetkik etmiş ve onların 3 yerde küfre, 17 yerde ise bid‘at ve dalâlete düştüklerini tespit etmiştir.

Kaldı ki, bu filozofların Yunan’dan aldıkları âlem ve insan tasavvuru, zamanımızdaki ilmî ve fennî gelişmeler karşısında artık hükmünü tamamen yitirmiştir. Fizikte böyle ise, metafizikte ne hâlde olduklarını düşünmek gerekir!..

Koca İslâm tarihinde, Aristo ve Eflâtun’un peşine düşen birkaç kişi dışında, derin fikirler ortaya koyan hikmet erbâbı çıkmamış mıdır ki, İslâm felsefesi adı altında sadece bunlar okutulsun?!.

Makedonya’dan Hindistan’a kadar işgal edip, ardında kan, irin ve gözyaşından başka bir şey bırakmayan Büyük İskender, Aristo’nun talebesidir. Demek ki Aristo’nun felsefesi, onun zulüm ve cinayetlerine mânî olamadı. Kimse onun felsefesinden bir fayda görmedi. Filozofların kitapları, kütüphânelerin tozlu raflarında kaldı. Kimseye bir saâdet getirmedi.

Mevlânâ Hazretleri, insanı gerçek saâdete kavuşturacak olan hakikate şöyle işaret buyurur:

“Unutma ki; tabiattan ve hayalden doğan felsefî düşünceler, celâl sahibi Allâh’ın nûrunun feyzinden doğan hikmet değildir. Sendeki dünyevî felsefe; ancak zannı ve şüpheyi artırır.

Unutma ki; ancak din hikmeti insanı göklerin üstüne çıkarır, ötelere yüceltir. Yazık ki; âhirzamanın zekî filozofları, iblis huylu bilginleri, kendilerini önce gelenlerden üstün gördüler. Onlar hileler öğrenerek ortaya atıldılar. Dîne aykırı fikirler ile Hak bilginlerini üzdüler. Onlar; ne akıl almaz işler ve düzenler peşinde koştular! Asıl kâr ve mânevî kazanç iksiri olan; sabrı, bağışlamayı, hoş görmeyi, cömertliği yok ettiler.”

“Akıl, dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakikate, ilâhî esrâra, yani «mârifetullâh»a vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vasıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır.”

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle buyurur:

“Peygamberler âlemlere rahmettirler. Allah Teâlâ bu yüce insanlar aracılığıyla bizim gibi cüz’î akıl sahiplerine kendi Zât’ını ve sıfatlarını bildirmiş ve bizleri anlayışımız nisbetinde Zât’ına ve sıfatlarına mahsus yüceliklerden haberdar etmiştir.

Yine peygamberler vasıtasıyla nelerden râzı olduğunu ve nelerden hoşnut olmadığını bizlere bildirmiş, dünyevî ve uhrevî menfaatlerimizi zararlarımızdan ayırma imkânı bahşetmiştir. Eğer peygamberler olmasaydı; beşer aklı, ne Allâh’ın varlığını (kâmilen) idrâk edebilir, ne de O’nun yüceliklerini kavrayabilirdi.” (Mektûbât, c. III, 23. Mektup)

Diğer taraftan;

Felsefe kelime mânâsı olarak; «hikmeti aramak, bilgelik sevgisi» demektir. Celâl Hocamız bize kelimenin özünde bu mânânın olduğunu söylerdi.

Gerçek hikmet, Kur’ân-ı Kerim’dir. Onu şerh eden, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Gerçek hikmet; akıl değil, gönül mahsûlüdür. Tezkiye olmuş bir gönlün «mârifetullah»ta merhale katederek nâil olduğu sırlı mânâ ve ibretlerdir.

Şayet felsefe ile hikmet ve tefekkür ufku kastediliyorsa, İslâm felsefesi adı altındaki derslerde, âyet-i kerîmelerde;

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ “Düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50)

اَفَلَا تَعْقِلُونَ : “Akıl erdirmez misiniz?” (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…) buyurularak teşvik edilen gerçek İslâmî tefekkür ve tehassüsleri ele almak gerekmez mi?

Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen;

  • «Mârifetullah»ta derinleşmeye vesile olacak şekilde, kudret akışlarının ve ilâhî sanat nakışlarının tefekkür edilmesi…
  • Fert olarak insanın tezkiye ve tekâmülü, ahsen-i takvîm kıvâmına ulaşması…
  • Cemiyet olarak kavimleri felâha ve helâke götüren sebepler…
  • Ahlâk, hukuk, mârifet, sır ve hikmetler…
  • İnsanın istikbâli, ölümden sonraki hayatı ve benzerleri üzerine vahyin ışığında, İslâm âlimlerinin, ecnebî tesirlerden âzâde, orijinal / aslî tefekkür ve istinbatları okutulsa daha güzel olmaz mı?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in inşâ ettiği Fazîletler Medeniyeti’ni, siyer-i Nebî’nin muhteşem inceliklerini okumayan bir ilâhiyat gençliği, Yunan tesiri altında kalmış Fârâbî’nin, kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış «el-Medînetü’l-Fâzıla»sından ne tahsil edebilir, ne öğrenebilir?

İnsanlar vardır; daha yaşarken mâzî olmuşlardır. Filozoflar böyledir.

İnsanlar vardır; asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen, gönüllere hayat bahşeden nefesleri bugün bile dipdiridir. Kendisini Allâh’a adayanlar, hakikî ve faydalı ilme ulaşanlar, gök kubbede hoş bir sedâ bırakanlar; Fatihler, Yavuzlar, Sinanlar devam ediyor.

Hak dostu âlim ve ârifler de, fânî vücutları toprak altına girdikten sonra bile mâzî olmazlar. Onların gönül mahsûlü eserleri, ibret dolu hâtıraları, hikmetli kıssaları âdetâ ebedîleşir. Nitekim dünyadaki irşad hizmetlerini berzah âleminde de devam ettiren nice hak dostu, bugün hâlâ nasipli gönüllerde yaşamaya devam ediyor. Mevlânâ, Yûnus Emre, Şâh-ı Nakşibend ve Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri devam ediyor.

Bütün Hak dostları, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in talebeleridir. Hak dostlarının tercümânı olan Hazret-i Mevlânâ, kendisini ilim ve irfanda zirveleştiren, Allâh’a yaklaştıran ve engin ufuklara eriştiren gerçek sebebi ne güzel ikrâr etmiştir:

مَنْ بَنْدَۂِ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ

مَـنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْـتَـارَمْ

“Bu can bu tende oldukça, Hazret-i Kur’ân’ın kölesiyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın mübârek yolunun toprağıyım.”

Hâsılı;

Okuma vazifesi; «Allah adıyla» olmalıdır. İlâhî azamet karşısında tevâzu ve hiçlik ile devam etmelidir. Sonsuz ikramlara, hamd ve şükre vesile olmalıdır. Sonunda, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla, ebedî kurtuluş berâtını okumakla sona ermelidir.

Rabbim nasîb eylesin.

Yüce Rabbimiz; evlâtlarımızı ve nesillerimizi, tahsil adı altında, özüne yabancılaştıran, dünyaya zebûn eden faydasız ilimden muhafaza buyursun.

Hakikî ilimle şeref bulan, «mârifetullah»ta derinleşen bahtiyar kullar zümresine ilhâk eylesin. Âmîn!..

İslâm’ın İlk Vahyi; «Oku!»
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.

Giriş Yap

Enveriyye ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin